Çağın afeti teröre Said Nursi’den çözümler...
Ağalık düzeninde de, töre cinayetlerinde de iş dönüp dolaşıyor; Said Nursî’nin yüz sene önce cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve torunu husÛmet bey olarak sıraladığı, “bizi mahveden” üç düşmana gelip dayanıyor.
3- Bölgede hüküm süren feodal yapı
Genelkurmay eski Başkanlarından biri geçtiğimiz yıllarda Güneydoğu’da çıktığı bir bayram gezisinde, “Halk terör ve siyaset ağalarından muztarip; onlardan kurtulmak gerekiyor” demişti. Bu mesajı kendi üzerlerine alan siyaset ve aşiret kesimleri tepki gösterdiler. Devletin “teröre karşı” senelerdir destekleyip işbirliği yaptığı aşiret ve ağalar hatırlatıldı. “Üniformalı ağalar”a dikkat çekenler oldu.
Ancak bu tepki ve eleştirilerde, meselenin esasına giren pek olmadı.
Bilindiği gibi, bölgenin sosyal, kültürel ve ekonomik geri kalmışlığında, “feodal düzen” olarak da ifade edilen aşiret ve ağalık sisteminin rolüne öteden beri dikkat çekilir; ama bu yapının, sosyal dokuda yeni sıkıntılara meydan vermeden ne şekilde aşılabileceği konusu muallâkta bırakılır.
Bölge insanının, yaratılıştan gelip tarihin akışı içinde şekillenen özelliklerini dikkate almadan önerilen “devrimci” reçeteler hem sonuç getirmez, hem de yeni problemlere sebebiyet verir.
Nitekim ya baskı ve dayatma veya çıkar odaklı gayri samimî pazarlık yöntemleriyle uygulamaya konulan formüller, ağalık sisteminin olsa olsa farklı aktörlerle, ama daha da kronik halde derinleşerek devamından başka bir netice vermedi.
Hak değil, kuvvet esasına dayanan ve gücü elinde bulunduranın hükmünün geçtiği bir yapılanmada başka türlü bir sonuç da beklenemezdi.
Bu konuda sağlıklı ve kalıcı çözüm ihtiva eden isabetli yaklaşımı yine Said Nursî’de görüyoruz.
Çünkü Bediüzzaman bu meseleyi de işin özünü yakalayan bir perspektifle, kavram düzeyinde çok iyi tahlil ederek çözümü ortaya koyuyor.
Kişileri hedef almıyor, prensipleri vaz ediyor.
Münâzarât’ta bu bahsi işlediği izahında, muhataplarına, “Manen her bir zamanın bir hükmü ve hükümranı vardır. Sizin ıstılâhınızca, o zamanın makinesini çeviren bir ağa lâzımdır” dedikten sonra, bu kavramın muhtevasının demokratik süreçle birlikte uğradığı değişimi şöyle açıklıyor:
“Zaman-ı istibdadın hakim-i manevîsi kuvvet idi; kimin kılıcı keskin, kalbi kası (katı) olsa idi, yükselirdi. Fakat zaman-ı meşrûtiyetin zembereği, ruhu, kuvveti, hâkimi, ağası haktır, marifettir, kanundur, efkâr-ı âmmedir (kamuoyudur); kimin aklı keskin, kalbi parlak olursa, yalnız o yükselecektir.”
Devamında, ilmin yaşını aldıkça artacağını, ama kuvvetin ihtiyarladıkça eksileceğini hatırlatan Said Nursî, kuvvete dayanan Ortaçağ hükümetleri çökmeye mahkûm iken, asr-ı hâzır hükümetlerinin ise ilme istinat ettikleri için Hızırvâri bir ömre mazhar olacaklarını vurguluyor.
Ve Kürtlere seslenerek, “Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi, eğer kuvvete istinat ile kılıçları keskin ise, bizzarure düşeceklerdir; hem de müstahaktırlar” diyor ve akla dayanıp, baskı ve tazyik yerine sevgiyi esas alarak, duygularını fikirlerine tâbi kılmaları halinde düşmeyip yükseleceklerini söylüyor. (Age, s. 217.)
Fikirleri karıştırıp hürriyet ve meşrûtiyetin, yani demokrasinin kıymetini takdir etmeyenlerin kimler olduğu sualine cevap verirken de, en baş sıraya “cehalet ağa”yı koyuyor. (Age, s. 229.)
Böylece, kaba kuvvete dayanan ağalık sistemine vücut veren ve devamını sağlayan en önemli sebebin cehalet olduğu gerçeğine vurgu yapıyor.
Eğer ağalık sisteminden şikâyet ediliyor ve bu yapının artık tarihe karışması isteniyorsa, yapılacak şey, kişileri hedef alıp gereksiz sürtüşme ve polemiklere meydan vererek bu sistemin ömrünü daha da uzatmaktan başka bir sonuç vermeyen suçlama ve dayatmalarda bulunmak yerine, bu çok ilginç ve orijinal izahlar çerçevesinde akıl, bilim ve vicdan esaslı eğitim programlarıyla, akıllara ve kalplere hitap ederek, pozitif bir sosyal değişim sürecini başlatıp istikrarlı bir şekilde sürdürmek olmalı.
Hilmi Özkök’ün, “Artık işler kuvvetle değil, akıl ve bilimle çözülüyor” mealindeki ifadeleri de bu manayı dile getiriyor.
Cehalet ağası ancak akıl, ilim ve hikmetle yenilir.
4- Töre ve terör
Töre ve namus cinayetleri, kan dâvâları, arazi ve tapu kavgaları, özellikle Doğu ve Güneydoğu eksenli olarak, ama başka bölgelerde de eksik olmayan ciddî sorunlarımız.
Cehalet, geri kalmışlık, adaletsizlik, ezilmişlik, kin, haset, intikam gibi sebepler, zaman zaman bu sorunların yol açtığı, bazıları katliâm boyutuna ulaşan cinayetleri izah için yetersiz kalıyor.
Ama kişi insanlıktan çıkınca her şeyi yapabiliyor. Kur’ân’da “a’lâ-yıilliyyîn”e çıkma istidadına sahip olan insanın “esfel-i sâfilîn”e yuvarlanma tehlikesine de dikkat çekilmesi boşuna olmadığı gibi, Said Nursî’nin bu gerçekten hareketle söylediği veciz sözün ne kadar isabetli olduğu görülüyor:
“Cehennem lüzumsuz değil...”
Kişiyi bu hallere düşürebilen birçok sebep var.
Bunların en başında cehalet geliyor. Fakirlik, geri kalmışlık, husûmet ve ihtilâflar gibi sebepler de onun türevleri olarak ortaya çıkıyor. Çünkü iş dönüp dolaşıyor; Said Nursî’nin yüz sene önce cehalet ağa, oğlu zaruret efendi ve torunu husûmet bey olarak sıraladığı, “bizi mahveden” üç düşmana gelip dayanıyor. Merkezinde ağalığın yer aldığı feodal düzenin de, fakirliğin de, gelir uçurumu ve adaletsizliğinin de, basit ve sıradan sebeplerle kapışma ve kavgayı netice veren ihtilâf ve anlaşmazlıkların da ardında bunlar var.
İstibdat zihniyetine dayalı merkezî devlet uygulamaları da, maalesef bu hastalıkları azdırmış.
Kuvveti hakta değil, hakkı kuvvette gören bir anlayış, mahalli ilişkilerinde de kuvveti elinde bulunduran unsurlarla iş görmeyi âdet edinip, zayıfları onların olmayan insafına terk etmiş. Birlikte çalışmayı tercih ettiklerini her türlü imkânla destekleyip donatırken, diğerlerini mahrumiyet ve sefaletleriyle yüz üstü bırakmış. Yargı mekanizmasını da bu mantalite üzerine bina edip öyle işletince, insanların sarılacağı bir dal kalmamış.
Cehaleti izale edecek ilim ve eğitim seferberlikleri yerine, tek yanlı propagandalar dayatılmış. Aynı şekilde, ortak birleşme noktalarına vurgu yapılarak kardeşliğin ve kaynaşmanın tesisi gerekirken, tam tersine, var olan ihtilâflara yenilerini ilâve edecek fitneler tezgâhlanıp sahneye konulmuş. Kardeşlik için çalışanların da önü kesilmiş.
Maalesef böyle bir arka plandan geliyoruz. Durum bu olunca, orada her türlü vahşet ve dehşetin boy göstermesine müsait bir zemin, bile bile ve kasten hazırlanmış demektir. Dolayısıyla, zaman zaman ortaya çıkan vahşet tezahürlerine şaşırmamak gerekir. Ekilen, biçiliyor.
Çekirdeğini ailenin oluşturduğu toplumda, ürkütücü ve düşündürücü bir çözülme yaşanır ve bu çözülme, kanlı cinayetlerle sonuçlanan öfke patlamaları ve cinnet halleriyle kendisini gösterirken, cevabını bulmamız gereken sorular birikiyor:
Bize neler oluyor? Neden bu hale geldik? Bu vahim gidişatın sonu nerelere varır? İnsanlarımızı bu halden kurtarmak için neler yapmamız lâzım?
Aslında Bediüzzaman bunun işaretini altmış yıl kadar önce vermiş; din terbiyesi ve ahlâk noktasındaki laubaliliklerin, elli sene sonraki nesillerde çok vahim sonuçlar doğuracağı uyarısında bulunmuş. (Emirdağ Lâhikası, s. 55.); “Şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak” (Age, s. 422.) diye ikaz etmişti.
Bu ikazlara kulak verilmemesinin neticelerini, anarşi ve terör olaylarından ahlâkî çöküntüye, aile facialarına, töre cinayetlerine, kan dâvâlarına, çetelere... kadar uzanan alabildiğine geniş bir skalada, toplumun huzurunu bozan bilumum sıkıntıları yaşayarak görüyoruz. İnanç ve ahlâk dokumuzu pekiştirip tahkim etmeyi amaçlayan manevî hizmetler sekteye uğratılıp sabote edilirken, aksi yöndeki çabaların önünün açılması ise, çok derin bir tahribat tablosunu karşımıza çıkarıyor.
Bu tablodan çıkış için, sarsılan manevî temelleri yeniden inşa ve tahkim etmekten başka yol yok.
Nitekim madalyonun diğer yüzünde, ifsat için bu kadar uğraşılmasına, ardı arkası gelmeyen inanılmaz tertip ve tahriklere rağmen, bu tür olayların münferit düzeyde kalıp genelleşmemesi ise, olsa olsa toplumun mayasının sağlamlığı ve buna katkı sağlayan manevî hizmetlerle açıklanabilir.
Ki, kan dâvâsı, töre cinayeti gibi toplumsal hastalıkların azaltılması ve izalesi noktasında da en çok söz konusu manevî dinamikler etkili oluyor.
Keza, toplumsal dokuda nüfuz ve istismar edebilecekleri boşluklar arayıp fırsat kollayan, meselâ töre cinayetlerini bahane ederek toplumdaki iffet hassasiyetini aşındırmaya çalışan birtakım mihrakların hesaplarını da yine onlar bozuyor.
YARIN: BEDİÜZZAMAN’I DA OKUYUN