Darbelerin anası kanlı 27 Mayıs İhtilâli Demokratları dağıtmış, ülkeyi en az 50 sene geri götürmüş, Türkiye’nin AB yolunun önünü kesmiştir.
Şehit Başbakan - 5 - İslam Yaşar'ın Kaleminden...
27 Mayıs 1960 Cuma.
Vakit seher vaktiydi. Bu güzel bahar gününde memleket, her hâli ile yeni bir güne hazırlanıyordu. İnsanlar ibadet etmek, işe gitmek veya bir yerlere yetişmek için acele ile evlerinden çıktıklarında cadde başlarında ve meydanlarda harekete hazır tanklar, müsellah askerler görünce şaşırdılar.
Onlar şaşkınlıklarını atlatıp olanlara mânâ vermeye çalışırken soğuk namlular üzerlerine çevrildi. Sokağa çıkma yasağının olduğu söylenerek hemen evlerine dönmeleri emredildi. Evlerinden çıkmaya hazırlananların yollarını da o sırada radyodan yükselen kaba, haşin, sert bir ses kesti.
DEMOKRASİYE ASKER DARBESİ
“Sevgili vatandaşlar.
Bu gün, demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla, kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silâhlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır.”
Sevgi kelimesi ile başlasa da, sevgiden ziyade nefret mânâsı taşıyan bu tehdit muhtevası ihtilâl bildirisinin ardından bütün yurtta ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı ilân edildiği için kimse ne camide ibadet edebildi, ne de işe veya gideceği yere gidebildi. Herkes olduğu yerde kaldı.
Bir tek Adnan Menderes hareket hâlindeydi. Eskişehir’de hadiseyi haber alınca Özel Kalem Müdürü Ercüment Yavuzalp’e Ankara ile bağlantı kurmasını istedi. O her yolu deneyip bağlantı kuramayınca yanında bulunan Hasan Polatkan, Tahsin Yazıcı ve Ersin Üner’le birlikte Yurt İçi Savunma Komutanlığı’na gitti.
Komutan, karargâhında başbakanı saygı ile karşıladı, kahve ikram etti. Orada da Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerle bağlantı kurulamaması üzerine, yanındakilerle istişare eden Menderes, komutana Kütahya’ya gitmek istediğini söyledi. Kendisi ve bakan komutanın hazırlattığı askerî pikaba, arkadaşları da makam arabasına bindiler ve konvoy hâlinde Kütahya’ya hareket ettiler.
Yol boyunca alçaktan uçan, zaman zaman üzerlerine doğru dalış yapan savaş uçakları takip etti Menderes’i ve ekibini. Kütahya’da başbakanı karşılayan vali vekili, kendisini yakalama emri aldığını söyledi. Ardından da ağlayarak verilen emri uygulamayacağını da ilâve etti.
Yanına gelen havacı Albay hem güvenliğini, hem de haberleşme imkânlarının fazlalığını nazara vererek karargâha dâvet etti. Menderes, bu dâvetin gözaltına alma mânâsına geldiğini bildiği hâlde karşı çıkmadı ve arkadaşları ile birlikte askerî karargâha gittiler.
Biraz sonra eğitim karargâhına bir nakliye uçağı indi. Yanına gelen Albay Muhsin Batur ordunun ülke yönetimine el koyduğunu güvenliği için kendisine bir süre eşlik edeceğini söyledi. Menderes aynı uçakla Eskişehir’e getirildi. Bir gün önce şeref kıtasını denetlediği askerlerin arasında bir başka uçağa bindirilip Ankara’ya götürüldü.
Ne kadar da çabuk değişmişti askerler. Etraftaki her şey bir gece önceki gibiydi. Ama askerler farklıydı. Üzerlerindeki kıyafetler, ellerindeki silâhlar bile aynı olsa da hâlleri, tavırları farklıydı. Yüzleri asık, sözleri sert, bakışları öfkeliydi. Onu nakliye uçağından atarcasına aşağıya indirdiler.
Yerdekilerin tavır ve hareketleri de onlardan farklı değildi. Dün kendisini uğurlarken selâma duran yüksek rütbeli subaylar silâhların soğuk namlularını üzerine çevirerek etrafını sardılar. İte kaka askerî bir arabaya bindirdiler ve hızla havaalanından çıktılar.
ASKERLER, DEMOKRATLARA DÜŞMAN OLMUŞTU
Büyük kapının iki yanında mevzilenen tankları ve bahçede toplanan Harbiyelileri görünce anladı Harp Okuluna getirildiğini. Harp Okulu talebeleri Celal Bayar’a, Adnan Menderes’e ve diğer Demokratlara karşı o kadar kinle, düşmanlıkla doldurulmuşlardı ki Menderes’in getirildiğini fark edince ‘Düşükler’ diyerek ona doğru tekme salladılar, yumruk savurdular. Arabadan dışarıya çıksa o anda linç edebilirlerdi.
Bunu anlayan komutanlar ön kapıdan girmeyi göze alamadı. Onu arka kapıdan içeriye sokarak bir odaya tıktılar ve kapısına silâhlı nöbetçiler diktiler. Az sonra pencerenin önünde ve koridorda toplanan düşük rütbeli subaylarla talebeler, sirk hayvanına bakar gibi sırayla içeri bakarak hakaretamiz sözler söylemeye, hareketler yağdırmaya devam ettiler.
Aynı vakitlerde İstanbul ve İzmir’de de benzer hadiseler yaşanıyordu. İstanbul’da radyo binası tanklar tarafından kuşatıldı. Vâli, emniyet müdürü, o sırada İstanbul’da bulunan bakanlar, milletvekilleri, Demokrat Parti’nin il yöneticileri ve bazı iş adamları evlerinden, otellerinden yaka paça alınıp Davut Paşa Kışlası’na götürüldüler.
Ankara’da, İstanbul’da İzmir’de bunlar olurken memleket derin bir sessizliğe gömüldü. Devlet suskun, millet şaşkındı. Bir tek Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala karşı çıktı yapılan darbeye. O da darbenin liderinin kendisinden daha düşük kıdemli biri olduğu takdirde Ankara’ya yürüyüp isyanı bastıracağını söyledi.
Cuntacılar, düşük rütbeli otuz yedi subaydan müteşekkildi. Ekseriyeti teğmen, yüzbaşı, binbaşıydı. Aralarında birkaç da albay, yarbay ve general de vardı, ama rütbeden ziyade ihtirasa itibar ediliyordu. Ayaklar baş olmuştu bir kere. İhtilâlin liderinin kim olduğu belli değildi. Kimi Madanoğlu zannediyordu, kimi Türkeş’i lider olarak görüyordu.
Öyle de olsa, hepsinin rütbesi, kıdemi Gümüşpala’dan düşüktü. Bu haberi alınca telâşlandılar. Bir süre önce resen emekliye sevk edilen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel’i İzmir’den Ankara’ya getirip Millî Birlik Komitesi’nin başına geçirerek Ragıp Gümüşpala’yı durdurdular.
Erzurum’dan yükselen o ses de kesilince çapulcu güruhunu andıran cuntacıların cesaretleri ile birlikte cür’etleri ve şirretlikleri de arttı. Kendi devletlerinin cumhurbaşkanını, başbakanını, bakanlarını, milletvekillerini, bürokratlarını, emniyet mensuplarını ve sair ileri gelenlerini götürürken, hiçbir mukavemet görmedikleri hâlde hepsini cani muamelesine maruz bıraktılar.
MENDERES: BİZ BU İHANETİ HAK ETMEDİK
Adnan Menderes, kendisinin de arkadaşlarının da böylesine düşmanca tavırları, küfür muhtevalı sözleri ve hakaretleri hak etmediğini düşündü. Yaşadıklarının ve gördüklerinin hakikat olduğuna inanamayıp rüyada olmayı dileyerek nezarethâneye kast-ı mahsusla konan tahta iskemleye oturdu. Bütün vücudunun ağrıdığını, vurulan yerlerinin sızladığını hissedince anladı rüyada olmadığını. Derin bir nefes aldı ve nefesini bırakırken ard arda sordu.
“Memleket nereye gidiyor?”
“Berin ve çocuklar nasıldırlar?”
Birinci sorunun cevabı mâlumdu. Şaha kalkan ve maddî, mânevî sahada nurlu ufuklara doğru dört nala koşmaya hazırlanan küheylanı andıran memleket, 37 düşük rütbeli muhteris subay tarafından gemlenip dizginlenerek durdurulmaya çalışılıyordu. Eğer durdurulabilirse kösteklenerek ileri gitmesi engellenecek, yirmili yıllarda çakılan Kemalizm kazığına bağlanacaktı.
İkinci sorunun cevabı ise el an yaşanıyordu. Yüksel Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olarak İsviçre’de çalıştığı, kardeşi Mutlu da orada onun yanında kalarak okuduğu için hadiseden haberdar değillerdi. Fakat memleketin her hâli ile ilgilenmeye çalıştıklarından gün içinde öğrenip üzülecekleri ve merakla ulaşabildikleri herkesi arayacakları muhakkaktı.
Devlet Bakanı İzzet Akçal’ın kızının telefon etmesi ile ihtilâl olduğunu anlayan Berin Hanımın ise Çankaya Köşkü’nü arayarak bilgi almak istedi. O sırada telefonlar kesildiği için irtibat kuramadı.
Bunun üzerine oğlu Aydın’ı uyandırdı ve haber alma ümidi ile evin servis hizmetlerine bakan Osman’la birlikte köşke gittiler.
Onları köşkte Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın eşi Reşide Hanım ve kızı Nilüfer Hanım karşıladı. Onlar da telâş içindeydi. Berin Hanıma yer gösterip teselli edici sözler söylemekten başka bir şey yapamadılar. O da gösterilen yere oturdu Bayar’ı beklemeye başladı.
BAYAR’DAN BERİN HANIMA: ARTIK ÇOK GEÇ
“Beyefendi Adnan’dan bir haber alabildiniz mi?” dedi Celal Bayar’ı görünce.
“Artık çok geç hanımefendi” dedi Bayar.
Biraz sonra köşk askerler ve tanklarla sarıldı. Muhafız Alayı komutanı Albay Osman Köksal’ın ihanetine uğrayan Celal Bayar, beylik tabancası ile direnmek istedi ise de fırsat bulamadı. Gelen subaylar onu da saygısız sözler ve küstah tavırlarla alıp Harp Okulu’na götürdü.
İkindiye doğru, bir binbaşı Menderes’ten pusula getirince anladı Berin Hanım eşinin Harp Okulu’nda olduğunu. Pusulada istenen gecelik, tıraş takımı, yedek çamaşır gibi zarurî eşyaları hazırlayıp binbaşıya verdi, o da Harbiye’de mevkuf tutulan Adnan Menderes’e götürdü.
Harp Okulu âdetâ toplama kampı hâline getirilmişti. Cumhurbaşkanı ve başbakandan sonra bakanlar, Demokrat Partili milletvekilleri de müsellah subayların, astsubayların ve Harp Okulu talebelerinin teşkil ettiği dehşet koridorunda yuhalama seslerinin, tükürüklerin, savrulan tekmelerin, yumrukların, dipçik darbelerinin arasından bin bir zorlukla geçerek kendilerine ayrılan odalara dolduruldular.
İçişleri Bakanı Namık Gedik’e yapılan bed muameleler evinde başladı. Onu, doğru dürüst giyinmesine bile fırsat vermeden sürüklercesine dışarı çıkardılar. Bir çöp kamyonuna bindirdiler. Teşhir edercesine Ankara caddelerinden geçirerek Harp Okulu’na getirdiler. Okulun girişinde de bahçesinde de tutuklu kalacağı üçüncü kattaki odaya çıkarılırken de çeşitli küfürlere, hakaretamiz sözlere, sert darbelere maruz bıraktılar.
İleri görüşlü, dinamik, hassas, iyi yetişmiş bir insan olan Namık Gedik, gün boyu kendisine yapılan muamelelere itiraz, müdahale veya mukabele etmek istemiş ve subaylarla aralarında arbede yaşanmış olmalı ki muhtemelen birkaç subay tarafından üçüncü kattaki odanın penceresinden aşağıya atılarak katledildi.
Böylece ihtilâl, kan dökmüş ve ilk canı almış oldu. Gürültüyü merak edip pencereden bakan bazı Harbiyeli talebeler silâh tehdidi ile odalarına döndürüldü. Cuntacı subayların bazıları tarafından bile infialle karşılanan hadise, Namık Gedik’in intihar ettiğini söyleyerek kapatmaya çalıştılar.
O gün, pek çoğu yıldırım baskı yapan ekser gazetelerin attıkları manşetlerin ve yaptıkları haberlerin; subayların küfürlerinden, hakaretlerinden, darbelerinden hiç de aşağı kalır yanı yoktu. Hatta hakkı, adaleti, namusu, haysiyeti, şerefi hedef alan şen’i iftiralarla, denî yalanlarla dolu olduğu ve umuma yaydığı için onlardan daha deni ve eşeddi.
İkinci gün, bütün yurtta uygulanan sokağa çıkma yasağı belli saatlerde kaldırılmış olsa da, radyodan saat başı okunan emir muhtevalı, tehditkâr ihtilâl bildirileri. Şehirlerin meydanlarında bekletilen tanklar, caddelerde devriye gezen tam teçhizatlı askerler millet ekseriyetinin hürriyetini tahdide, ümidini kırmaya, moralini bozmaya ve zihnini karıştırmaya devam etti.