Adalet-i mahzada şahıs ön planda iken adalet-i izafiyede ise toplum, devlet ön plandadır. Devletin âli menfaati gerektiriyorsa şahsın haklarının bertaraf edilebileceği kabul edilmektedir.
Dr. Ömer Ergün “ADALET ve LİYAKAT” semineri-1
Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinde iki haftada bir düzenlenen ADALET ve LİYAKAT temalı akademik seminerler kapsamında bir program daha icra edildi. Enstitünün misafiri Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyelerinden Dr. Ömer Ergün idi.
Programda önce Enstitü Şube Sekreteri Hayati Binler misafirin özgeçmişini okudu ve kendisini takdim etti. Ardından Dr. Ömer Ergün sohbetine başladı. Programın konuşma metnini yayınlıyoruz.
***
Değerli Hazirun; öncelikle Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nin yöneticilerine, burada fikirlerimi ifade edebilme imkânı sağladıklarından dolayı teşekkür ediyorum. Şimdi, adalet ve liyakat konusu, zor konu. Hem karmaşık bir teori ve hem de tatbikatı çok tartışmalı.
Hukuk fakültesinde hocalar adaleti şöyle ifade ederlerdi bize öğrenciyken denilirdi ki:
“Hukuk eğer bir fabrika ise, adalet bu fabrikanın ürünüdür.” Bu tarifin eksiklikleri var, başka şeyler de eklenebilir, ama genel itibariyle anlaşılması açısından iyi bir tarif. Hakikaten adalet dediğimiz şey esasen hukukun bir sonucudur.
O zaman hukuktan başlamak lâzım:
Hukuk nedir, ne değildir? Hukuk kelime olarak hakkın çoğulu, ama bir kavram olarak toplumsal düzenleyici kurallar yani toplumun uyması gereken kurallar demek. Devlet tarafından desteklenen ve uyulmadığı zaman da yaptırımı olan toplumsal düzenleyici kurallar genel itibariyle hukuku oluşturmaktadır.
Hukuk şu şekilde ortaya çıkmış: İnsanlar toplum içerinde farklıdır. Anlayışlı olanlar var anlayışlı olmayanlar var, akıllı olanlar var akılsız olanlar var, çirkinler var güzeller var, zenginler var fakirler var, güçlüler var zayıflar var…. Bu farklılıklar toplum içerisinde genel itibariyle bir düzensizliği, bir tür kaosu oluşturur. İşte toplum içindeki kaosu bitirmek ve toplumu bir düzene sokmak amacıyla hukuk kuralları oluşturulmuş.
Adalet de bu hukuk yapısının içinden çıkıyor
Adalet haklıya hakkını vermek demek. Ama bu adaletin pozitif yönü. Bir de haksıza da cezasını verme işi yani adaletin negatif yönü var. Bu ikisi birlikte düşünüldüğünde adaleti tam olarak kavramak mümkün olmaktadır.
Adalet uygulanışında da ikiye ayrılır. Bediüzzaman Hazretleri de adaleti adalet-i mahza ve adalet-i izafiye diye iki bolüme ayırıyor. Bugün adalet-i mahza denildiğinde hukuk dilindeki mutlak adaleti, adalet-i izafiye denildiğinde nispi adaleti ifade etmiş oluyoruz.
MUTLAK ADALETTEN BAHSEDEBİLMEK İÇİN...
Mutlak adaletin üç temel özelliği var:
Birinci olarak suçların ve cezaların şahsiliği ilkesi var.
Bediüzzaman Hazretleri, bunu âyet-i kerimeden çıkararak ifade ediyor: “Birisinin hatası yüzünden bir başkası, fikirdaşı, ailesi veya yakını cezalandırılmaz.”
İkincisi temel haklar ve hürriyetler dokunulmazdır. Bediüzzaman Hazretleri bunu da yine âyetten çıkardığı “bir masumun hakkı bütün halk için de olsa feda edilemez” hükmüyle ifade etmektedir.
Üçüncüsü de halk devletin sahibidir. Şahıs, devletin hissedarıdır. Yöneticiler halk tarafından ve milletin kurumlarını yönetmek üzere atanmış memurlardır. Bediüzzaman Hazretleri bunu da yine “seyyidül kavmi hadimuhum” hadis-i şerifine dayandırıyor.
Mutlak adaletten bahsedebilmemiz için bu üç temel unsurun bulunması ve uygulanması lâzım.
ANTİK YUNANDAN BAŞLAYAN ANLAYIŞ
Bütün insanlığın zulümden kurtuluşu olarak ifade edilen mutlak adaletin uygulanabilmesinin arayışları her zaman söz konusu olmuş. “Bu adaleti şu dünyada uluslar arası ve ulusal toplumlarda nasıl elde edebiliriz?” sorusu hep sorulmuş.
Öncelikle Antik Yunandan başlayarak bir anlayış vardır. Kralların hâkim olduğu dönemlerde basitçe denilmiş ki “güçlü olan haklı olsun” denilmiş.
Veya buna bazı eklemeler yapılmış: Zengin olan, asil olan vs. Bunların haklı olduğunu, hakkın bunlara göre ifade edilebileceğini söylemişler. Tabi bu eskide kalmış bir anlayış.
Günümüzdeki adalet anlayışında ise güçlünün, kralın, asilin, zenginin haklı olması söz konusu değil. Artık hakkın güçlü olması pozisyonuna geçilmiş. Yani önceleri güçlünün haklı olduğu ifade edilirken daha sonraları bu, haklının güçlülüğüne dönmüş.
Her hal ve şartta haklının güçlü olduğu bir sisteme nasıl ulaşabiliriz? Bunun arayışı içinde olan insanlık, vahyin ve aklın yardımıyla bir usûl bulmuşlar ve buna “hukuk devleti” usûlü demişler.
...VE HUKUK DEVLETİ
Yani denilmiş ki bütün dünyada veya bir devlette mutlak adaletin hâkim olabilmesi için en eshel, en kolay yol, hukuku uygulayarak adalete ulaşacak olan devleti “hukuk devleti” haline getirmektir. Hukuk devletini bütün kurum ve kuruluşlarıyla ne kadar uygulayabilirsek mutlak adalet idealine de o oranda yaklaşabiliriz.
Sonuç itibariyle iş hukuk devletinde kilitleniyor. Bir devletin adil olup olmadığını hukuk devleti olup olmadığına götürüp dayayabiliyoruz. Bu rasyonel bir veridir. Eğer hukuk devleti ise “tamam, bu devlet adil bir devlettir” diyebiliriz. Ama eğer hukuk devleti değilse diyebiliriz ki “evet, bu devlet adil bir devlet değildir”.
O zaman hukuk devletinin tanımını yapmak lâzım.
Çok basit bir tanımı vardır: Hukukun üstünlüğüne dayalı devlet. Özellikle haklının güçlü olduğu, herkesin kamu ve kanun önünde eşit olduğu, ırk, dil, din, mezhep, cinsiyet ayrımının yapılmadığı, insan haklarına dayalı demokratik çoğulcu devletler hukuk devletidir.
BEDİÜZZAMAN MUTLAK ADALETİ ÖNCELER
Adalet-i mahzada şahıs ön planda iken adalet-i izafiyede ise toplum, devlet ön plandadır. Devletin âli menfaati gerektiriyorsa şahsın haklarının bertaraf edilebileceği kabul edilmektedir.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri mutlak adaleti önceliyor. Mutlak adaletin uygulanabileceği durumlarda nispî adaletin uygulanamayacağını yani uygulanmaması gerektiğini ve aksi halde adalet perdesi altında zulümlerin ortaya çıkacağını belirtiyor. Dolayısıyla devlet için ferdi feda etmeyi açıkça reddeden bir tutumu söz konusudur.
Yani mutlak adalet daha çok şahsın ön planda olduğu, şahsı korumaya yönelik kuralların ihdas edildiği bir adalet türüdür. Nispî adalet ise devletin, kamunun, toplumun devam ve bekasının merkeze alınarak şahsın haklarının ikincil olarak düşünülebildiği adalet anlayışını ifade ediyor.
Adalet kavramı ile ilgili olarak Risalelerde ifade edilen hususlardan biri de şu: Özellikle adaletin Kur’ân’ın dört esas unsurundan biri olduğu, dinin dört ana sütunu varsa bunlardan birinin adalet olduğu ifade ediliyor.
Mutlak adalet hepimizin uygulanmasını istediği ideal adalettir. Fakat bu bir idealdir. Bunun bu dünyada tam olarak uygulanamayacağı ifade ediliyor. İnsan ve devlet olarak siz ideale yakınlaştığınız ölçüde adilsiniz demektir.
Bunu hukuk felsefecileri de çok tartışmış. Sonuç itibariyle bunun bir ideal olduğunu ve bu ideale ne kadar fazla yaklaşabilirsek hukukun adaleti o kadar fazla sağlayabileceğini ifade ediyorlar.
DEVAM EDECEK