Kur’ân’ın nazil olması ile birlikte; fakiri ezen, kadını hakir gören, haksız kazançlarıyla kendilerini yeryüzünün hâkimi zanneden müşriklerin oyunları bozulmuştu.
Kur’ân’ı ortadan kaldıracak veya ona muaraza edecek yolları aramaya başladılar.
“Demek, muaraza i bilhurûf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.” (25. Söz)
Daha sonraki yıllarda, Haçlı Seferlerinden de sonuç alamadılar. İstanbul’un fethi ile birlikte, mağlubiyeti tamamen kabul etmişlerdi. Çünkü fetih, maddiyattan ziyade kalplerdeki maneviyatın fethi idi. Fetih ile birlikte, Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesi; Hıristiyanlığın, İslamiyet’e devir-teslimiydi.
Bütün bu hadiseler, Ebu Cehil’in yolunu takip edenlerin gururlarını kırmış, damarlarına dokunmuş, onların o yüksek kibirleri ile alay edilmiş olunması kılıçla veya savaşla İslamiyet’in aleyhine geçmişlerdi.
Daha sonra tek yol kalmakta olduğunu anlarlar. O yol da Müslümanları birbirine düşürmek, birbirine kırdırmak hatta birbirleri ile savaş yaptırarak zayıf düşürmek.
Bunun için her yol denendi ve kısmen muvaffak da oldular. Ancak bütün bu olanlar onlar için yeterli değildi. Sırada aileyi bozmak vardı.
1932’de Belçika’da düzenlenen dünya güzellik yarışmasında, diğer ülkelerin jüriye itirazları vardı: “Türkiye birinciliğe layık değil, haksızlık ediyorsunuz.” Buna rağmen Türkiye’den ‘dünya güzeli’ seçmişlerdi.
İşin derinliği şuradadır ki; jüri üyeleri en sonunda “Osmanlı kadını mayosu ile karşımızda, bugün Hıristiyanlığın zafer günüdür.” diyerek bayram etmişler
Ancak unuttukları bir şey vardı: “Allah nurunu tamamlayacaktır. Kâfirler isterse hoşlanmasınlar.” (Saff Suresi, 8.)
İstanbul’un fethinin acısını unutamayan, insî ve cinnî şeytan taifeleri boş durmuyorlar. Risale-i Nur ile muhafaza edilen Kur’ân ve İslâm ahlâkının hilâfına, şimdi de adını kasıtlı olarak “İstanbul” olarak verdikleri; bir belgeyle aileyi yok etmeye çalışıyorlar. İnşallah muvaffak olamayacaklar.