Baktım, hadiseler durulmuyor. İşe Birinci Söz’den başlayayım, dedim. Size de tavsiye ederim.
Ortalık gürültüye kurban gidiyor. Nice hayatlar bitiyor arada; ne olduğunu anlamadan.
Dünya aynı yerde durmuyor, ama dönüp dönüp aynı yerlere geliyoruz.
Haberler aynı... Manşetler küflü... Suratlar asık... Gözler kararmış... Konuşmalar çok “heyecanlı...”
Dertler bitmiyor. Bitti bitiyor derken... yeniden aynı yerden... Bu kısır döngü, bu kusur döngü, çok yordu bizi.
Diplomalar geçersiz... Paralar bir ânda pul... Kitaplar raflarda tozlanıyor. Alabildiğine inşaat... Alabildiğine dünya biletleri...
Dağlar yerinden oynatılıyor. Denizler bitiriliyor. Ağaçlara ağaçlığı unutturuluyor. Kuşlara yuva yapacak yer bırakılmıyor. Papatyalar umurumuzda değil... Öyle bir işgale uğramışız ki... başımızı kaşıyacak vaktimiz yok. Kendimize vakit ayıramamayı marifet sanıyoruz.
Hep mi böyleydi bunlar! Dünyanın rengi birden mi değişti!
Dünyada rahat arama, derler. Rahat arayan başına belâ ararmış. Bir de aradığımızla bulduğumuz ne kadar yakın/uzak birbirine?!...
Heey, hey! Günler hep ateşli... Günler hep soğuk...
Şubatlarda yanıyoruz! Temmuzlarda donuyoruz! Eylüllerde soluyoruz! Mayıslarda ağzımızı bıçak açmıyor!
O zaman bu fakir de teklifini sunuyor işte:
Birinci Söz’e başlayalım; ey soruları, şaşkınlıkları bitmeyen kimlersek. Açılacağız. Kendimize geleceğiz. Nice üzüntülerimizin beyhude olduğunu göreceğiz. Sönük aklımızı, pörsümüş kalbimizi diriltmek istiyorsak; işe bugünden tezi yok; başlayalım:
“Bismillah her hayrın başıdır.”
Biz bu hayrın peşini bırakıp gayrın peşine düştük ki gündüzlerimiz karardı, gecelerimiz uykusuzlaştı. Sükûnet terk etti bizi. Ya da biz duyamadık saadetin sesini.
Etrafta duyduğum inşaat sesleri, motor sesleri, banka/para sesleri...
Cephede at üstünde, düşman karşısında yazılan hazineler elimizde...
Başka hazineler aramaya kalktık. Kalbimizin ihtiyacını şatafatlı yerlerde aradık.
Ebedî saadete aynalık yapan Çam Dağı’nı “şaka” zannettik.
Bütün servetini serçe parmağına taktığı sepetine sığdıran adamın dünyasını ahiretini fazla merak etmedik. Ettiğini sananlardan da işi başka yerde arayanlar oldu. Onun parasız pulsuz yaptığının yüzde birini paralarla, apartmanlarla yapamadık.
O kendi halindeydi. Tantanadan, paradan, şöhretten uzaktı. Onu tanımayan yoktu.
Said Halim Paşa’nın, Ankara’nın “dünya” tekliflerini nezaketle geri çevirdi.
Beni dünyaya çağırmayın, diyordu. Talebelerinden de istediği buydu her halde.
Giyimi kuşamı, hayatı ortadaydı. Yine de merak ettiler. Sen devlet mi kuracaksın, diye. Nerdee!
Onun işi gücü kelimelerdi. Dağda bayırda, savaşta, barışta, hapiste, Meclis’te, sürgünde... okumakla yazmakla/yazdırmakla, tashihle meşguldü.
Değişen bir şey yok. Ne oldu? Çam Dağı’nı özler olduk. O serinliği... O sükûneti... O saadeti... O dağcıları... O kuş seslerini... O yıldızları...
Merhum Hilmi Doğan’ı hatırladım:
“Üstada muntazır yollar;
Gelecek deyu Barla’da.” {Bunu yazarken boğazıma bir yumru gelir gibi oldu, doluktum işte; yazmasam olmazdı; kelimeleri durduramadım.}
Hey be! Parasız pulsuz; dünyaya meydan okuyan bir adam... Gurbet, gurbet içinde bir adam...
Okulu yok! Katlı atlı dershaneleri yok. İhtilâttan men... “Kaç gündür dağcılar da görünmüyorlar.” sözü bana farklı bir gurbet fotoğrafı gibi görünür nedense!
Vakit geçmiş değil. Dünyaya biraz “ara” verelim. Yani şu dünyevîleşme musîbetine... Bu sefer başkalarının da iştihasını açıyoruz.
Risale ile meşgul olanların uzun uzun siyasete, ticarete; kısaca “dünyaya” ayıracakları fazla vakti yok!
Sizi bilmem. Bu fakir bu “zelzeleyi” bahane edip işe Birinci Söz’den başladı. Bu dünya çölüne yatırım yapmaya gelmiyor. Birinci Söz’de ebedî yatırımın canlı haritası var. Bütün bir âlemin nasıl Esma okuduğuna şahit oluyoruz. Allah’la, kâinatla, kendimizle konuşuyoruz.
Birinci Söz’ü unutunca oluyor bu olanlar.