Yaşadığımızın farkında olmayan dostlarımız; öldüğümüzden ne çabuk haberdar oluyorlar! Ölümün çığlığı nasıl da duyuluyor öyle!
Tam dünyaya daldığım anda; bir haber geliyor: Falan... dünyayı bitirdi! Unuttuğumda ölümlü olduğumu; bir veda haberiyle şöyle bir sarsılıyorum. Ölüm bu kadar yakın mı yakın! Hayat bu kadar sade mi sade... Ölüm kardeşliği olmadan; hayat kardeşliği de olmuyor gibime geliyor!
Dünyaya sıkı sıkıya bağlandığımızı yakınlarımızın ölüm aynalarında çok net görüyoruz. Ayaklarımızın altı kayıyor. Bir zelzeleye tutulmuşçasına şaşkınlığımız bizi ele veriyor.
Önce “acaba” diyorsunuz. Bir “başkası” olsa gerek diye düşünüyorsunuz. Derken... ölümün net, şeffaf, kesin, açık, anlaşılır üslûbu bedeninizi, ruhunuzu sarıp sarmalıyor.
Bir ân kendi ölümünüzü görüyorsunuz. Hayata pamuk ipliği ile bağlı olduğunuz, misafirliğiniz, gölgelikte eğleştiğiniz, nice boş hayallerle vakit doldurduğunuz ve, şu, bu... fotoğraf fotoğraf önünüze düşüyor. Anlıyorsunuz: Burada duran yok!
Ne kadar sürüyor bu? Size bağlı... Ya tekrar gaflete dalıyor ve veya ölümü bir vefakâr arkadaş gibi yanınızda hissediyorsunuz. Hayatı kabullendiğiniz gibi onu da yadırgamıyorsunuz artık. Ama ölüm bu; öyle herkesin sıkı fıkı olabileceği bir şey değil ki...
Boşa dememiş atalar: “Ölümün yüzü soğuk...” Ölümle kardeşi gibi konuşan çok az...
Dostum, ağabeyim, kardeşim Ali Göllü de Hakk’a yürüdü.
Altmışı aşkın bir hayat... parkta yürürken... vakitlerden Nisan’ken... (Erken ne, geç ne; geç onu, geç!) şunu hayal eder, bunu yaparken, Şubat’ta geldiğiniz dünyadan (aradan altmış üç yıl geçse de bir ân gibi geçip) Nisan çiçekleriyle uğurlanırken, sevdiklerinizin gözyaşlarıyla, ailenizin telâşlarıyla, sessizce yani ölüm seslenişinde fenadan bekaya kanat çırpmak... fazlalık adına ne varsa; bırakmak... kalbinizi ele alıp yola düşmek: “Bütün fanilikler bittiii!” çığlığını atarak bu dar kapıdan bir çıkışla çıkmak ki... (Burada herkes murakabesini kendisi yapacak; aradan çıkayım.)
Faruk Çakır arayıp gazetede haber yapılacağını söyleyince; acaba başka biriyle mi “karıştırdı” diye düşünüyordum. (Ki ölüm bu; her zaman gelirdi; gelmişti işte!) Yani kendimce işi uzatıyordum! Kendime gelmem biraz sürdü. Yıllarca ağabey-kardeş olmuşuz; kolay mı! Ekmek-tuz olmuşuz.
Saatlerce sohbet ederdik. Dinlemesi dikkatliydi. Ayrıca dikkatini çeken yerlerin tekrarlanmasını isterdi. Parada pulda gözü yoktu. Dünyanın faniliğini içine sindirenlerdendi. Esprisi, fıkrası boldu. Arkadaşlarını güldürdüğüne sevinir; kendisi de hafiften ve dudaklarının ucuyla gülerdi. Cömertti. Arkadaş canlısıydı. Hasta ziyaretleri, taziyeler ona yük değil; zevkli bir vazifeydi.
Tesellikâr, vefadar, vefakâr, cefakârdı. Şikâyetten hazzetmezdi.
Esnaf ve ev ziyaretleri, talebelerle alâkadar olmak önemli işlerinden biriydi. Babamın iş yerine de uğrardı. Babam (Halil Hakkoymaz) bana doğrudan söylemek istemediği şeyleri Ali Göllü aracılığı ile iletirdi. O da elçilik işini becerir; ağzımı yoklar, o konuda ne düşündüğümü deşmeye çalışırdı. Mukteza-ı hale intibakta pek zorluk çekmezdi.
{Hayat ve ölüm; ne kadar göz göze / iç içe böyle! Vade... bitti bitiyor hemen de biter; oyalanma! Dünyanın birkaç adımlık, tadımlık olduğunu böyle “ayrılıklarda” daha iyi anlıyorum.}
Her konuda aynı düşünmüyorduk elbet, ama konuşabiliyorduk. Hatta uzun bir müddet aramadığımda, aradı, sitem etti, dertleştik. Yakın zamanda iade-i telefon için aramıştım. Dünyanın huzuruna, insanlığa daha çok hizmette fikir birliğine varıp öylece vedalaşmıştık. İşte o son dünya konuşmamızmış. Kısacası; dünya çok kısa...
Bir avuç kalbimize ağır dünya yüklerini yüklemeyelim. Kalp kırmanın ne olduğunu bir daha düşünelim. Daha sakin, daha mutedil, daha cömert, daha tebessümlü olalım. Misafirlikte kavga mı olur; Allah aşkına!
O kim? Kim kiminle? Kim kimi tutuyor? Yapma etme? Git kendin konuş.
Kardeşinin gıybetini etme; “kıymetini” et!