"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ayasofya’da bayram sabahı

Armağan Bahtiyar
22 Mart 2019, Cuma 01:00
​“Yeni” bir sesle irkildi Ayasofya.

Kat kat açılan bir güle ne kadar benziyordu bu ses! 

Dinlendiriyordu. 

Özendiriyordu. 

Kulağını ver; sen de gör! Sen de duy! Sen de uy! Sen de... Sen de... Sen de... Hattâ, istemiyor gibi dursan da... 

İstanbul’a, İstanbul’un bu sesine kimse müstağni kalamazdı.

* Yıl 857/1453.

İkinci ve sonsuz doğum tarihi idi bu, Ayasofya’nın.  Tarihinin değiştiğine de ilk defa şahit oluyordu. Ama gizliden gizliye de seviniyordu. Niye mi? Zor belâ bulduğu ismini de değişirlerse ne yapardı! Akıllarına gelmemişti belki de... Değişir mi değişirlerdi. 

*...ve bir sesle {kendinden geçip} kendine geldi Ayasofya!

Bu nasıl bir sesti. Bu b{aşk}a bir sesti. Gözlerini ovuşturdu; uyanmaya çalışıyordu. Vakitlerden neydi; pek hatırlayamadı. Ama vakit “böyle” bir şeydi. 

Vaktin resmi, sesi, fotoğrafı, neşesi... buydu demek: 

Allahu Ekber... 

Allahu Ekber...

Bu, uyanmadan da öte; bir irkilmeydi. Bir sarsılmaydı. 

Bir kendinden geçiş, bir kendine gelişti. 

Bu, med cezir ötesi bir şeydi. Neydi bu neydi?!...

Belki -belli ki- pek bir şey de anlamamıştı, ama anlamak şart mıydı! 

Duymuştu bir kere. Tadı damağında, dimağında, ruhunda kalmıştı. 

İstanbul’un kulakları, seslerin kokularına aşina ise, bu sesin İstanbul’a yakışan o ses olduğu -evet o olduğu- belliydi. 

“Nerden belli ki...”sini sormaya gerek yoktu. 

Yoktu; çünkü... bir memnuniyetin tebessümüydü çınarlara, selvilere sinen, sulara inen, göğe yükselen... 

* Gökyüzü’nün rengi, şehirlerin dengi, mihengi, ahengi değişmişti. 

Bulutlar oradan oraya, toplana dağıla bir sevincin dayanılmaz hafifliğinde idiler. Ümidin sesi çınladı bütün sularda, taşlarda. 

Bir de bu nasıl işti! Anlamakta zorlanıyordu. 

Fetheden memnun, fetholunan memnundu. 

* Hüznünden birdenbire sıyrılmıştı, Ayasofya. Yıllardır beklediği buydu. 

Kendisini “pusulasız bir gemi” gibi görmekten; o “yeni” duyduğu seslerle kurtulmuştu: 

Allahu ekber...  Allahu ekber... 

* Şekilsizlikten bir “şekle” yolculuk başlamıştı.  

Artık emin ellerdeydi. 

Sarhoş naralarından ürkmeyecekti gayrı. Ayrı, çok ayrı zamanlara düşmüştü. “İstanbul”laşacak bu şehir öyle bir l/imana, demir atmıştı artık.

* Aslında o da inanamıyordu. 

Peki, ne oldu da birdenbire “her şey” değişmişti! Yıkılıp yeniden mi yapılmıştı! Hayır! 

Mimarları gelip tek tek taşlarını mı okşamıştı; ustaları, kalfaları, çırakları... 

Onu irkilten, ürperten, titreten neydi, neydi, neydi?!... 

* Adı bile değişmemişti: Ayasofya... Ayasofya... 

Gelenler kötü (niyetli) olsa; işe adından başlarlardı belki de. 

Öyle de değildi. 

Ayasofya, bu yeni sesleri, seslenişleri sevmişti. 

Zaten kendisini derin bir yalnızlıkta hissediyordu. 

Bu, yüzlerce yıldırki halini, “yeni hal” ile değiştiğinde bir de ne görsün! 

Yeni, yepyeni haller, diller... 

Günde beş vakit dirilişler...

Daha, gün doğmadan kapıları/nı açıyorlar. 

Dünya, mahmurluğunu üzerinden attı atıyorken... Ayasofya da yeni bir Boğaz’ı, yeni bir İstanbul’u, yeni bir neşeyi, yeni bir şeyleri selâmlıyor: 

Allahu ekber...

Allahu ekber...

* Gecenin ortasından sıyrılıp çıkıyor Ayasofya. 

Gelen geçen gemilere sevincini bir anlatabilse... bu, içinde yeni neler/in olduğunu... her tekbirde yenilendiğini... bir anlatabilse... 

Gencecik birinin/Fatih’in alnını secdelere sürdüğünü görseler... bütün dünya buraya akın edecek ya... 

Ah bir görseler yenilenmenin ne olduğunu... 

Böyle bir gence “yenilmenin” lezzetini bir tatsalar... 

* S/urların bu delinişine delirenler bilselerdi ki bu fetihten onlar da nasiptar... 

Ah ki ah! Fatih’in o tazecik, o şiirli, o sihirli elleri “hazır” gelmişti, işte!  

* Ayasofya ilk defa kendini “evinde” bulmuştu. Yıllardır aradığına kavuşmuştu. Muştu, buydu demek! 

Buluşmak buydu! 

Aramak bulmak buydu! 

* O ne gelişti öyle! 

At kişnemeleri bu kadar yakışmamıştı İstanbul’a. 

Çok gelen olmuştu. Surlarda, şurda burda düşüp kalmıştı. 

Mehmed’i “Fatih” yapan sırlardan biri surların delinişinden önce Ayasofya’nın da duâsıydı. 

Fatih “müjde”yi almıştı almasına da... yaşlı mabedin bir de gözyaşları vardı. Gözyaşılı duâsı... 

Ayasofya artık vakitlerin nabzını tutuyordu. Her vakit bir “toplanıştı.” 

Bir v/akit tazelemekti. 

Dünyanın Boğaz’ından, ağazından, avazından vakitlerin bir “akit” olduğunu duyurmaktı. 

İstanbul’un asıl işi buydu. 

* O sabah olsa da ürperse Boğaz’ın suları yine... akarken güneyden kuzeye; kuzeyden güneye.... tazelense Sarayburnu’nun havası! 

* Ayasofya şimdi kendisine emanet edilen o sesi haykıramamaktan mahzun. Fatih’imin yüzüne bakamam diye sancılı... 

* Kim bilir kaç rüya görmüştür Ayasofya! İşte, özlediğim resim buydu, diye... Rüyalarımın tabiri/tamiri buydu, diye... 

Kâbusların labirentinden taze baharlara uyanıyordu. Bunu hissediyordu. Bunu beş vakitte/o “baş” vakitlerde omuzunda bir dost eli olarak hissediyordu. 

Bütün yorgunluklarını unutmuştu. Hele o ilk Cumada... öylesine bir çığlık oldu o gün! Unutabilir miydi o günü! Buydu işte, buydu aradığı, arandığı... buydu! 

* At üstünde gepegenç birisi... Sevdalı bir b/akış... Daha, daha ötelerin özlemi gözlerinde de... nereye?!... Hülyalarının rüyası buydu. Ayasofya, sonsuza açılmıştı artık. Artık sevinç gözyaşlarını akıtacaktı Boğaz’a. Sular farkında değil miydi bu t/adın t/uzun değiştiğinin. 

* Artık, vakitlerin depremini, zamanın gündönümlerini Ayasofya da bağrında öğütüyordu. Sabahı öğleye, öğleyi ikindiye, ikindiyi akşama, akşamı yatsıya bağlayan ibrişim dokunuşlar zamanın sırrını fısıldıyordu. Yatsıdan sabaha karanlığın harmanına yıldızlar dökülürken Ayasofya’nın gözlerine sevinçten uyku girebilir miydi! 

* Aradan yıllar geçmiş... Ayasofya bunca sevinçlerin arkasında/n yine uykusuz. Halbuki, Sultanahmet her sabah sesleniyor: “Kardeşim, komşum, canım! Haydi uyan, diye....

* Ayasofya derin yaralı. Gözlerini açacak, açacak da... enkaz altında gibi... 

Dört bir yanında minareleri nöbette... Bu masum mabedin ne suçu olabilir ki! Hangi suçu ki bunca acıyı çekmekte yıllardır da omuz silkip geçip gitmekteyiz yanından. 

Günde beş vakit seslenir Sultanahmet: Ezanların nerde, ezenlerin kim senin diye diye... ağlaşırlarmış bu iki kardeş. Görenler söylüyor. “Kardeşimin sesini bir duysam hele diye.” 

İki kardeş birbirini bunca sevsin de el ele tutuşamasın! Reva mı bu! Bu işin devası ne, devamı nasıl gelir bilinmez de... Bilinen şu ki; dünyanın kaç acıklı hikâyesi var böyle?!... Hem de göz göre göre... Değil mi he? Sesini sesine katamaması kardeşinin... Yanına gidememesi... Bir adım dahi yaklaşamaması... 

* Sultanahmet, bu sabah da sabâ makamıyla yıkadı Boğaz’ın sularını. Kardeşinden yine ses seda yok! Öğle, ikindi, akşam... yine yok! En son yatsı ezanını okuyup o da kardeşi Ayasofya gibi uykusuz bir geceye daha girdi. 

Mevsim neydi; dönüp de bakmadı bile çınarlara. Alnında bir “İstanbul rüzgârı” vardı. Onun da yüreğinde esaretin sancısı... 

* Ayasofya ile göz göze geldi. 

Bir şeyler söylüyordu Fatih’in emaneti, öylesine bir ses tonuyla: “Ayasofya olmak suç mu?” diyordu.

* Uykusuz bir gece daha başlıyordu. Geceler; sabah/diriliş / yenileniş / doğuş / esaretten kurtuluş” bayramlarına çıkardı, çıkacaktı.

Okunma Sayısı: 2970
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı