Bugün hiçbir şey yapmadı Selim Ali. Günler geçip gidiyor, dedi, kendi kendine. Elde var hiç.
Albümleri karıştırdı bir ara. İlkokuldan tek bir fotoğrafa uzun uzun daldı. Ağladı belki! Uzaklara bakan bir çocuk vardı ön tarafta. O kendisiydi.
“Günler gelip geçmekteler…
Kuşlar gibi uçmaktalar…”
Eli, babasının o küçük radyosuna gitti. Bir acıklı türkü… Bu, Karac’oğlan olabilir, dedi. Onunmuş; türkünün sonunda adını duydu.
Sitemliydi; kara günlerden düşmemiş kara şair. Kavuşamamış sevdiğine iliştiriyordu közlenmiş sözlerini.
Bildiğimiz Karac-’oğlan; işte bu!
Vaktin geçer; felek de yakasız gömlek biçer, gibi şeyleri derken bir görseydik bu dolu dizgin güzellere âşık şairi de fâniliğin kâğıt gibi yırtılan bir şey olduğunu -hah işte- anlar mıydık!
Dünyanın altından kaydığını ânbeân görüyordu.
“Güz ayları geldi bozuldu bağlar.” diyen de kimdi?
Ya: “Ne annem var ne babam;
Kalmışım öksüz.” diyen?
Bu ne kadar ayrılıklı, ölümlü dünya!
İnsanın eli, ayağı bazen işe güce gitmiyorsa bunlar mıydı sebebi; tembellik miydi? İkisi de vardı ama dünya dertli dolap gibi durmadan dönüyordu.
Gel gör ki Selim Ali’yi -ihtiyaçların çağırdığı yetmezmiş gibi- dünyaya çağırmayan yoktu.
İşte bir şey yapmadığı halde geçip gidiyordu gün.
Kütüphaneye göz gezdirdi. Okunacak çok kitap, yazılacak çok dert, derman vardı.
Bir ara arkadaşlarını çağırmak istedi. Yalnızlık onun bazen en zenginliği bazen de tedirginliği idi. Eli telefona gitti.
Bu telefonlar olmadan da binlerce yıl geçmiş, dedi. Hani -kullanıyordu ama- çok da ısınmış mıydı?! Olmasa dünyanın bir eksikliği olur muydu? Televizyonun tahtı sallanıyor gibi miydi?!
Dijital, sanal, hayalî, uzaktan iş/eğitim gibi şeyleri duyunca da… gülüp geçmekteydi de… dünya başka yerlere mi gidiyordu?! Bunların cevabını da bilmiyordu. Hoş; bilse ne olacaktı?!
Bunca telâşeden sonra hani bir Yunus var mıydı? Karac’oğlan? Mevlânâ? Âşık Veysel?
Ah, Selim Ali!
Aldandık be! Çok, çook, çoook hem de! Bu dünyayı sabit diye sürdüler önümüze.
“Ben sana aldanamam yârim;
Ben sana dayanamam.”
Niye?
Fânisin işte!
“Ben feleğe neylemişim;
Beni her bahar ağlatır?”
Bu soruyu sen de sor kendine Selim Ali!
Bugün kendi içinde gezindi durdu aslında Selim Ali.
Güz giriş yapmıştı. Sararmaya yüz tutan yapraklar… Asmalarda beyazlı, siyahlı üzümler… Eylül ve yağmur serinliği… Her yer vedâ rüzgârlarıyla doluydu. Neye tutunsan elinden çıkıp giden bir dünyada; hangi işin ucundan tutacaktı Selim Ali?
Yarına bir şeyler bırak git, dedi, Bilgin Abi. Bu misafirhaneye bağlanıp kalmanın bir anlamı yok; tamam da… sonsuza da buradan gideceksin. Gökyüzüne bak arada, çiçeklerle boya gözlerini, sözlerini nakış nakış işle! “Bir Selim Ali geçti!” desinler, dünyadan. “Desinler…” diye yaşama da…
Her nefes hazinesini sana verenden uzak durma. Fakir ve âciz olduğun için bunca servete gark olduğunu unuttuğunda gark olacağını bil de Selim Ali; pişmanlık yakana yapışmasın.