Sana biraz açılayım Selim Ali.
Hem okuyup hem çalışıyordum. Sonra işte (böyle) ne tam okuyabildim ne çalıştım.
Edebiyatçı mı ilim adamı mı ticaret erbabı mı siyasetçi mi olacaktım... karıştı.
Hep olan hiç olurmuş ya... Meğer birçok aile gibi -ki bu, yüzde seksen, doksan...- biz de fakirmişiz; çok fakir...
Bütün okullar bitti ama okulların “okul” olamayışını telafi edeyim deyu evi kitaplarla doldurdum.
Eve, arabaya, mutfağa gidecek paraları da kitaba yatırdım. Şikayetçi miyim? Hayır!
Dertlerimi çözecek bir birim, kurum yoktu ki... Onlar da benden dertli. Dertli olmasalar; verdikleri öğrenci harçlığını geri ister miydi kocaman devlet!
Ben niye anlattım ki bunları... hiiiç!
Siz başka şartlardaydınız ben başka şartlarda… Ben bu yolları tırmanıp şartlar beni tırmalarken…
Bir yere kadar işi kurcalayınca -bir yerlere gelmiş- biri bana dediydi ki: “Konumumuz farklı!”
Fakat Selim Ali senin için dışın bir... Fesat peşinde değilsin. Dilin temiz yani yalansız... Para pul biriktiremediysen; üzülme. Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz, derler. Şeey... unutmadan… hayatın içindesin ya... içinde mi çocukluğun? Bugün yine şiir var anlaşılan. Oku da dinleyelim!
*
AYNALI MASA
Farkında olmak içinin, dışının...
Doğan güneşin…
Yaprak kıpırtısının...
Sevmek ya da nefret etmek...
Bulmak ya da kaybetmek...
Ne kadar içindesin yaşadığının?
En son ne zaman baktın kendine?
Ne zaman başını çevirdin gökyüzüne?
Gözünde, gönlünde ne var?
Koy hele şunları aynalı masaya?
Sevince, tasaya dair ve sair...
Gökyüzüne bakmadan...
Kır çiçeklerini koklamadan yaşanır mı?
Bu hangi yaşamak?
Aynalar yabancı gözlerimize.
*
Bilgin Abi bizim bu muhabbetimizi gülerek, süzerek dinliyordu. Bu onun tasdik emâreleriydi.
Selim Ali’ye baktı, baktı. Beni dikkatle dinlediği için takdir hislerini söylemeden geçemedi.
Bir şeyler de diyeceği belliydi. “Kuşları dinle; cahilleri dinleme!” dedi, Selim Ali’ye. Adı sanı ne olursa olsun cahillerden uzak dur, diyordu.
İnsan en çok kendisine uzak ve yabancı iken kendisini bırakıp bırakıp gitmesi tuhaf değil mi, Bilgin Abi?