Kin, kalpte yerleşen, nefsin teşeffisi ve öç almaya yönelik şiddetli bir düşmanlık duygusudur. “Kin tutmak, kin beslemek, kin gütmek, kin bağlamak gibi deyimler düşmanlık duygusunun kalpte yerleştiğini ve süreklilik gösterdiğini dile getirir.”1
Bir Müslümanın, Müslüman kardeşine karşı kin tutması caiz değildir. Çünkü “Mü’minler ancak kardeştirler.”2 ayeti bunu gösterir. Müslümanları ayakta tutan en mühim bir esâs da İslâm kardeşliğidir. Kin, kötü ahlâka ait bir fiildir. Bu nedenle İslâm’ın kabul etmediği huylardandır. Zıddı olan bağışlamak, affetmek ise güzel ahlâkın neticesidir. Kin duygusu insanı rahatsız ve huzursuz eden menfî bir duygudur.
Rabbimiz Maide Suresi’nde “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”3 Buyurur. Bu ayetin mealine göre bir topluluğa duyulan öfkenin, kinin, garazın; insanlarımızı adaletten saptırdığı, haksızlığı görmezden geldiği, onlar için adalet ile şahitlikten kaçınıldığının bir sebebi olduğunu anlıyoruz.
Peygamber Efendimiz de (asm), birçok hadisinde olduğu gibi mü’minlerin kinden uzak durmasını ister. “Mü’min kin tutmaz.”4 Buyuran Peygamberimiz (asm), bir başka hadisinde “Birbirinizle alâkayı kesmeyin! Birbirinize sırt dönmeyin! Birbirinize kin tutmayın! Haset etmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun!”5 buyurmuştur.
İnsanın yaratılıştan gelen ve ruhuna derç edilen duyguları değiştirmesi ve söküp atması mümkün değildir. Ancak bu duyguların yüzünü değiştirmek, yönünü müspete çevirmek bizim elimizdedir. Kin ve nefret duyguları da, insanın fıtratında olan ve içinden sökülüp atılması mümkün olmayan iki duygudur. Madem bunları söküp atmak mümkün değil, öyle ise onların yüzünü ve mecrasını değiştirmek gerekir. İnsan kin ve nefret duygusunu başta nefsi olmak üzere kâfir ve zalimlere yönlendirerek, bu duygunun ateşini söndürüp teskin edebilir. Şayet mü’min ve masum bir insana kin ve nefret duyacak olsa, hemen onun masum ve muhabbete lâyık yönlerini hatırlamak gerekir. Bu hususta Bediüzzaman’ın Uhuvvet Risalesi’ndeki Kur’ânî prensiplerini kendimize rehber ittihaz edebiliriz.
Şu gelen husus da çok mühimdir. “Mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır.”6 O hâlde mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoksa bu duyguyu insanın nefsi istemiş ve istimal etmiş olmalıdır. Çünkü “Seyyiâtı isteyen nefs-i insaniyedir: ya istidat ile ya ihtiyar ile. Nasıl ki, beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır. O siyahlık, onun istidadına aittir. Fakat o seyyiâtı, çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden yine Haktır.”7
Netice olarak “Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü’min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.”8