Ailemizden aldığımız dinî terbiye ve fıtratımıza yerleştirilen meyilden dolayı, İslâmiyet’e karşı kalbimizde her zaman bir sıcaklık vardı. Bu, tâ küçük yaşlardan beri devam ediyordu. Yine zannedersem ilkokul 3. sınıfa gittiğim senenin Ramazan ayında, devamlı oruç tutmaya başladım. Mevsim kış, sene de 1963’tü.
Büyüklerle beraber, Ramazan’ın hazzını, ona ait ibadetlerin zevkini yaşamaya başlamak çok sevindiriyordu beni. Sahura kalkmak, teravih namazı kılmak ve iftardaki o tarifsiz sevinci yaşamak, bizim çocuk dünyamızda bir değişik his ve duyguydu.
Mahallemiz, hiç köy yüzü görmemiş bizler için, o zaman adeta bizim bir köyümüz gibiydi. Komşuların, özellikle o iftar vakitlerinde, yaptıkları yiyeceklerden birbirine ikram etmeleri, yemeğini yetiştiremeyenlerin yardımına koşmaları, mahallemizin simit fırınında Ramazan’da çıkan pidelerden sıcak sıcak alabilmek için iftara yakın kuyruğa girmek... Ne bileyim, bunlar tarif edilmesi bile değişik hislerdi. Komşularımızdan yaşlı ve kimsesizler gözetilir, onlara iftarda yemekler götürülürdü. Rahmetli annem bu işle de ya ağabeyimi ya da beni vazifelendirirdi. Bir de ihtiyar ve kimsesiz teyzelere su götürmek, herhangi bir ihtiyaçlarını görmek gibi işlerini seve seve yapardık. Onların bizlere yaptığı duâlar, hâlâ kulaklarımda çınlar...
|