Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Doğruya doğru, yanlışa yanlış



Sanatçı İlhan İrem, uzunca bir aradan sonra “Cennet ilâhileri” adlı albümüyle dinleyicilerinin karşısına çıkmış. İrem’i, daha önce yaptığı bazı açıklamaları sebebiyle köşemize konuk etmiştik. (Yeni Asya, 16 Ağustos 2004)

1986 yılında yayınladığı “Pencere, Köprü ve Ötesi” adlı kitabında “(...) Daha derinden bir soru sordum kendime/ ‘Neden?’ dedim/ ‘Ne neden’ değil ama/ Nedenin kendisini öğrenmek istedim/ Neden varım?/ Neden yokum?/ Nereye yolculuğum? (...) Her bir şeyin nedenini sorar insan/ Ben de sordum...” demişti İlhan İrem.

Köprü dergisinin Eylül 1986 (sayı: 102) tarihli sayısında yayınlanan 4 sayfalık röportajda İrem, ‘hayatın anlamını’ sorgulamıştı. “Işık ve Sevgiyle 30 Yıl” adlı albümünün yayınlanmasından sonra da benzer sorgulamaları yapmıştı.

Bir soru üzerine İrem şöyle demişti: “Sonsuz kâinatta, kara deliklerin arasında, makro ve mikroevrenlerde, sayısız galaksilerin ortasında, bir zerrenin üstünde umarsızca koşuşturan insanlar! Hayatın anlamını, varoluş nedenini çözememiş insanoğlu için, dünyevî beyhûde çabalar. Kendi iç ve dış uzaylarını keşfedememişse; benliğiyle barışık değilse insan, güzelliklerin uzlaşmaz düşmanıdır... Bir yok edicidir. En buyük acı da budur.” (Cumhuriyet Pazar Dergi eki, 20 Haziran 2004)

Geçmişte ‘doğru’ tesbitlerde bulunan İrem, yeni albümünün yayınından sonra yazdığı bir yazıda ise, ‘yanlış’ beyanlarda bulunmuş. Cumhuriyet’in “Söz Okurun” köşesine yazan İrem şöyle demiş: “(...) Lozancılarla/ Sevrcilerin... Ateşböcekleriyle / yarasaların... (...) Evrensel ısıkla / nurcuların... ( ...) Ulusal Egemenlik Bayramında bebelere kara çarşaf giydirenlerin... (...) örümcek kafalıların... din komisyoncularının... Yeniden tariflerle laikliğin kökünü kazımaya kalkışmıyorlar mı? Seksen yıldır temellerine dinamit konulan Cumhuriyetimiz üç kez bombalandı. şeriat özentileri...Neler neler olabileceğini düşünün. Altmış yıllık rehavetin azgınlaştırdığı hıyanetle uzlaşmak, artık mümkün değildir.” (Cumhuriyet, 24 Mayıs 2006)

Eğer bu satırlar bildiğimiz; sanatçı İlhan İrem’e ait ise, (Olur ya, isim benzerliğiyle de karşılaşabiliriz.) san'atçı kimliği ve ‘arayıştaki bir san'atçı’ya doğrusu yakıştıramadık. Tabiî ki, yazının tamamı bu kadar değil. Biz kısaltarak ve ‘seçerek’ bu ifadeleri aldık. Ama maksadımız, onun söylemediklerini söylemiş gibi göstermek ve beyanlarını tahrif değildir. Yazının tamı okunduğunda bu mânâların vurgulandığı anlaşılır.

Aslında bu ifadeler milletin alışık olduğu ifadelerdir. Ama milletle aralarında mesafe koyan siyasetçilerdir bunlar. Sanatçıların, milletle aralarına mesafe koyan siyasetçileri gibi konuşması/yazması her halde uygun olmaz.

Hazırladığı albüme ‘Cennet ilâhileri’ adını uygun bulan san'atçının, Türkiye gerçeklerine uymayan beyanlarını yadırgadık. “Doğruya doğru, yanlışa yanlış” diyelim...

*

Var mı ki?

Dünyevî aşklarla ilgili kitap yazan bir yazar, “Kemalist kızlar nasıl tavlanır?” sorusuna da cevap aramış. (Cevabı şöyle: ‘Nutuk’ hediye edilerek!)

Bu haberi duyunca, şunu da sormuş olabilirsiniz: ‘Kemalist’ kız var mı ki?

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

RTÜK’ten şiddet kompozisyonu



RTÜK’un kompozisyon yarışması sonuçlandı.

Minik eller televizyonda şiddeti yazmış. Büyüklere taş çıkartırcasına.

“Kan gölüne dönüşmüş ekranlarda artık boğulmak istemiyoruz” diyorlar.

Arzum Gökçe şöyle yazmış:

“Korkuyor annem. Ne kadar ortalıkta olursam, o kadar zarar göreceğimi düşünüyor. Onu kuşkuyu yapan, özgürlüğümü sınırlayan o televizyon kanalları. İşte o anlarda haykırıyorum: ‘Televizyonlardan şiddeti çekin, bana özgürlüğümü geri verin!” (Adana, 5. Sınıf öğrencisi)

Melek Yanar’ın şu satırları da ilginç:

“Mermilen neden cümlelerden daha kolay işler oldu beynimize? Daha kaç kişinin canını yakacak terör? Hangi kurtlar inecek vadilerden şiddeti göstermek için. Kime gösterilen bunca saygı? Hangi rütbeliye ya da hangi Mehmetçiğe? Onlara böyle saygı duyuluyor mu acaba?” (Bursa, 8.sınıf birincisi)

Miniklerin ellerine ve kalemlerine sağlık. Onlar bu yaşta bile, şiddetin kaos getirdiğini gözlemleyip kâğıda aktarabiliyor.

*

Gün geçmiyor ki, şiddet yüklü haber veya program izlemeyelim.

“Kan”sız haber galiba hayal.

Ancak gençleri şiddete teşvik eden ana unsur sadece televizyon dizileri mi? Kurtlar Vadisi, Acı Hayat dizileri şiddete teşvik ediyor demek, kolaycılık.

Peki, biz gerçek hayatta acaba çocuklarımızla tam mânâsıyla ilgilenebiliyor muyuz?

Asıl bu soruya cevap aranması gerekiyor. Diziler bu gün var, yarın yok. Ama gerçek hayatta yaşanılan problemler her daim iz bırakır.

Psikolog Nazım Serin ise bu konuyu farklı yönden ele alıyor:

“Yaşanan bunca öldürme, yaralama, gasp, taciz ve tecavüz gibi şiddet olaylarının altında ekonomik sıkıntılar yatıyor.”

Türkiye’nin her geçen gün iyiye gittiği söylenen ekonominin, beklenenin tersine daha fazla işsizlik, daha fazla yoksulluk oluşturduğunu söyledikten sonra:

“İşsizlik yaşanan amaçsızlık ve karamsarlığın, giderek şiddete, yasadışı yollara başvurma tarzındaki davranışlara dönüşmesi, yaşananların beklenen bir sonucudur” diyor. (Basın)

Evet görünen o ki, bu olayları tetikleyen çok unsurlar var.

Ama en önemlisi, manevî temellerden yoksun bıraktığımız çocuklar, içindeki boşluğu “kan”la doldurmaya başlıyor.

Geçmiş bizimdi. Gelecek onların. Hiç olmazsa onların geleceğini karartmayalım.

PİŞMANLIK ZİNCİRİ

Bir pişmanlık itirafı da Serdar Ortaç’tan. O da bir gazeteye, son dönem yaşadığı sıkıntılı “kumar” dönemini anlatmış, içini dökmüş:

“Çok pişmanım, benim bütün bu yaşadıklarım herkese ibret olsun. Kimse alınteriyle kazandıklarını kumarda heba etmesin” diyor.

Diyor ki:

“Şimdi beni öldürseler, yeşil masaya oturmam.”

Kumarı bırakmasına sebep olan olayı anlatıyor:

“Bir gece Suadiye’ye annemi görmeye gideceğim.. Tarabya Otali’ndeki kumarhaneden çıkmışım. Bütün paramı bir gecede eritmişim. Cebimde birkaç milyon kaldı zannederek arabamla Anadolu Yakası’na geçiyorum. Gişelerde elimi cebime attım, para yok! Ruhsata yazdırıp köprüden geçtim. Tam Çiftehavuzlar’a geldim, benzin bitti. Çiftehavuzlar’da arabayı kilitledim ve gece gece siyah gözlükler takıp, Suadiye’ye yürüdüm. Nefes nefese anneme gittiğimde hüngür hüngür ağladım. İşte o an büyük yemin ettim. Ertesi sabah radyolarda bangır bangır şarkılarım çalıyor, ama bir gece önce köprü parasını veremiyorum! O günden beri Milli Piyango bile çekmem.” (1.06.06, Gözcü Gazetesi)

Kumar illetinin getirdiği hazin son. Ama en azından pişmanlık duymuş ve zararın neresinden dönmüş dahi olsa, kar etmiş.

Ha sahi:

TRT neden ısrarla Milli Piyango çekilişine ev sahipliği yapar? Anlamakta zorlanıyorum da.

ECEVİT’İN GÖRÜNTÜLERİ

Eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’in Star ana haber bültenindeki görüntüleri, genel istek üzerine tekrar ekrana yansıdı.

Aklıma ister istemez, bu görüntü acaba “etik mi değil mi” sorusunu getirdi.

Evet, Ecevit’in görüntüleri “haber.” Ama hasta yatağında, koma halinde, üstelik şuuru kapalı olan bir insanın görüntüsünü milyonlarca insana göstermek ne derece doğru?

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Gençlik nereye gidiyor?



Samsun’da sevgilisi için bir genci öldüren delikanlıyı, Ankara’da sevgilisiyle birlikte ailesini acımasızca katleden liseli genç kızı, daha geçmişte işlenen benzer cinayetleri bu toplum kabullenmese de maalesef yaşar hâle geldi.

Gençler niçin bu kadar duygusuzlaştı, merhametsizleşti, ruhsuzlaştı?

Dün sağ-sol kavgasını yapan gençlik bugün boş kalınca bu tarz cinayetleri işler oldu? Dün ideolojik düşüncelerde kamplaşmaktansa kız-erkek arkadaşlıklarına yönelmelerini tavsiye eden kişi, bugün masumane başlayan bu arkadaşlıkların ölçü tanımaz boyutlara ulaşacağını da hesap edebilmiş miydi?

Demek eksik bırakılan bir kısım şeyler var. Araştırmalar, yazılı ve görüntülü medyanın, ağırlıklı olarak dizi filmlerin gençleri olumsuz yönde etkilediğinde ittifak ediyor.

Unutulan, görmezden gelinen, göz ardı edilen asıl nokta ise gençlerin hayata hazırlayıcı eğitimden yoksun kalışları. Eğitim ne yazık ki gençlere toplumla kardeşçe, dostça, barış içinde yaşama duygularını gerektiği gibi veremiyor.

İyi bir aile eğitimi almış gençlerin ise sevgi, saygı ve insanlık dışı hareketlerden şiddetle kaçındıkları bir gerçek.

Ekonomik problemlerin suçlarda belli payları olsa da tetikleyici ana unsurun gençlerin manevî ve ahlâkî duygulardan yoksunlukları. Okul zaten bunu veremiyor, genç ailesinden de alamamışsa bu beklenmedik olumsuzluklar ortaya çıkıyor.

Bu eğitimsizlik sürdüğü müddetçe daha ne acımasızlıklar, insanlık dışı davranışlar, olumsuzluklar göreceğiz demektir.

Önce hastalığın teşhis ve tesbiti gerekiyor. Teşhis edilmeden pansumanvarî ve polisiye tedbirlerle, hastalığın kaynağını görmezden gelmekle bir yere varmak mümkün değildir. O takdirde bu yangının bütün toplumu sarması kaçınılmaz olacaktır.

Ne güzel söylemiş George Me Donald, “Gençliği anlamadığımız an, dünyadaki işimiz bitmiş demektir” diye.

Azgın akan sel gibidir gençlik. Maneviyat ve ahlâk barajıyla o seli kanalize etmezsek değil fayda beklemek, zararlarından dahi korunamayız.

Aileden başlayan ve okulda takviye edilen bir eğitimle enerji yüklü gençliğin yetenek ve duyguları iyiye, güzele, faydalıya kanalize etmekten başka bir çözüm yok.

Aslında bu, tüm insanlığı iyiliğe yöneltmek kadar önemli bir iştir. Alman düşünür Leibniz, “Gençliği iyiye yönelten, insanlığı iyiye yöneltir” derken bu gerçeğe parmak basar.

Bundan sadece genç değil aile, toplum ve insanlık fayda görür.

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günah isteği nasıl sevaba dönüşüyor?



İzmir’den okuyucumuz: “Tövbe nasıl olmalı? Tövbe ve istiğfar yaptığım zaman kendimde bir şeyler hissetmeli miyim? Eğer bir şeyler hissetmezsem tatmin olmamalı mıyım? Velhâsıl, tövbe ve istiğfar yapıyoruz. Ancak genelde tatmin olmuyoruz. Sebebi nedir? Örnek tövbe ve istiğfar nasıl olmalı?”

Tövbe, günahlardan içtenlikle pişman olmak ve arınmak istemek demektir. Tövbe ve istiğfar yaptığımızda kendimizde bir şeyler hissetmemize gerek yoktur. Böyle bir his beklentisi içine girmemiz ancak şeytanın işine yarar. Esas olan günahtan pişmanlık duymak ve Allah’tan af istemektir. Günahtan gerçekten pişmanlık duyduğumuzdan emin isek, hiç mesele yoktur! Af sürecine girmişiz demektir. Allah’tan gerçekten af istiyoruz demektir. Bu durumda Cenâb-ı Allah tarafından af edildiğimizi ummamız gerekiyor ve bu bize yeterlidir.

Cenâb-ı Allah’ın bizi affedip etmediği konusunda elimizde net bir bilgimiz elbette olmaz. Böyle bir bilgiye ulaşma imkânımız yoktur. Fakat bunu aramaya gerek de yoktur. Bize düşen, tövbe ettikten sonra Allah tarafından affedildiğimizi ummaktır! Bize düşen umuttur! Rabbimiz hakkında hüsn-ü zanda bulunmakla yükümlüyüz. Rabbimiz, “Ben kulumun hüsn-ü zannı üzereyim” buyuruyor.1 Yani O’nun bizi affettiğini düşünmeliyiz. Affedilmediğimizi düşünmemeliyiz.

Fakat biz her ne kadar pişmanlık duyuyor olsak da, ne kadar tövbe ve istiğfar yapmış olsak da, şeytan ve nefsimiz yine bizi aynı günaha sürüklemek için veya riya ile tövbemizi iptal ettirmek için fırsat gözlüyor olacaklardır. Bizim şeytanla savaşımız ölünceye kadar devam edecektir. Dolayısıyla tövbe ettiğimiz günaha karşı içimizde yine meyil uyanabilecektir. Yine şeytan bizi aldatmak için fırsat kollayacaktır. Bizim zayıf damarımız yine bize zor anlar yaşatacaktır. Çünkü imtihan dünyasındayız. Prensibimiz şu olmalıdır: Günaha karşı her istek duyuşumuz, aslında bize sonsuz bir sevap fırsatı daha veriyor. Her istek duydukça, günahı reddedişimizle sevabımız artmaktadır. Şeytan çekiştirdikçe, biz her karşı duruşumuzla sevabımızı artırmış olmaktayız. Şeytan da hep çekiştirip duracaktır.

Tövbe etmek, artık hiçbir günaha meyil duymayacağımız mânâsına gelmiyor. Bilâkis tövbe ettiğimiz günahımıza istek duymaya devam edebiliriz belki. Çünkü beşeriz! Ve çünkü bu bir imtihandır. İmtihan çetindir. İçimizdeki istek ve arzu ise, imtihanın bir parçasıdır. Kendimizi bundan dolayı itham etmeyelim.

İmtihan karşısında iki duruşumuz olacak; ya ondan Allah’a sığınacağız, ya ona teslim olacağız. Ya ona karşı duruş sergileyeceğiz, ya da ona boyun eğeceğiz.

Günah olan, problem olan, günah istek ve meyillere teslim olmak ve boyun eğmektir, günah işleme meylini eylem haline dökmektir. Yani içimizden geçen günahı bizzat işlemek günahtır. Bizzat işlemedikçe, eylem haline dökmedikçe içimizden geçen “günah işleme meyli”, bize, sergilediğimiz karşı duruşlar sebebiyle ancak sevap kazandırırlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle günahı terk etmek vaciptir. Her bir günahı terk edişte bir vacip sevabı vardır.2 Öyleyse, tövbeden sonra da meyil ve istekler ölüme kadar devam edecek ki, bize hiç durmadan vacip sevabı kazandırsın. Ve öyleyse, meyil ve istekleri tövbemizin kabul edilmediğine yormak yerine, meyil ve istekleri bir vacip makinesi olarak neden görüp değerlendirmeyelim?

Cenâb-ı Allah vacibimizi çok eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1

2- Kastamonu Lâhikası, 110

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Avrupa'dan müjdeler



Büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin Hakka vuslatın 46. sene-i devriyesi münasebetiyle Yeni Asya International ve Avrupa Nur Cemaati tarafından Almanya Köln ve München şehirlerinde tertiplenen anma programına, Yeni Asya Başyazarı muhterem Kâzım Güleçyüz ve Avrupa İslam Konseyi Din Şûrası Sözcüsü muhterem Şükrü Bulut ile birlikte konuşmacı olarak dâvetliydik ve katıldık. 7 yıldan beri yapılan bu nevî programların bu yılki konusu: “Bediüzzaman’dan çağımıza müjdeler”

Köln şehrinin müstesna salonunu dolduran muazzam kalabalıkta en çok dikkatimi çeken, eskilerle yenilerin buluşması idi. Program çok anlamlı ve her cihetle müjdelerle âhenk vardı. Yalnız Bahri Beyin başkanlığında okunan müstesna ilâhiler ve Faruk Hocanın okuduğu kasidelerin dışında da gönül tellerine vuran makamlar vardı. Neydi onlar? Yıllar önce müthiş zahmetlerle ve hiç lisan bilmeden, aile efradını Türkiye’de bırakıp gelen ve hem iş bulan, iş yapan ve hem de imanını muhafaza eden ve bunların dışında en önemlisi Nur-u Kur’ân’ı Avrupa’da gönüllere yayan ve başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa’da İslâmiyet’in geniş mânâda intişarına vesile olan ve devam eden cengâver ve muhterem şahsiyetler...

Yeni Asya International ve Avrupa Nur cemaati aldığı bir ahde vefa ve model bir kararla bunların kısm-ı azamına şükran plaketleri verdi. Veren kimler? İşte bu kahraman vatanperver büyüklerimizin torunlarıydı. Böylelikle sahneye çıkan bu manzara karşısında, ben de yüzlerce kişi gibi gözyaşlarımızı tutamadım. Özellikle bu mânâyı ihtiva eden Maziden Bugüne belgeseli herkesi hıçkıra hıçkıra ağlattı. Almanya’daki can dostlarımız da “Bu görülmemiş bir manzara” dediler. Ak saçlılar ve bıyıkları yeni terleyen gençler... İhtiyare anneler, pırıl pırıl tesettürlü genç kızlarımız ve daha neler neler.... Avrupa’nın yüz akları ordaydı...

Kim ne eder, ne yapar karışmam. Fakat bu belgesel mazi ile müstakbeli bir araya getiren çalışmadır. Ahlâk, edep, haya, ahde vefa, maziye ve çilekeş bahtiyar şahsiyetlere ve bu serdengeçtilere sahip çıkmak, gelecek nesiller için unutulmayan bir ders-i ibrettir. Keşke güzel Anadolumuzun her ilinde bu nevî çalışmalar yapılsa. Bu cihetle Almanya örnek olmuştur... “Bediüzzaman’dan çağımıza müjdeler” gününde ayrı bir müjdeydi. Muhterem Kâzım Güleçyüz ve muhterem Şükrü Bulut ve biz de dilimizin döndüğü kadar bu müjde günün geniş sayfalarını açtık. Dünyanın bir ucundan bir ucuna meydana gelen Nur’un fütuhatını ve ‘Güneş batıdan doğacaktır’ hadis-i şerifinin tezahürlerini anlattık. Hem ilmî, hem seviyeli ve hem de kıyaslarla doluydu. Eğer olmasaydı gözyaşları da, alkışlar da olmazdı.

Sen misin bu kadar müjde veren. Al sana bir acı haber. Zındıkaya ve terörizme meydan okuyan, uzun yıllar Başet yaylamızdaki köyümüzde muhtarlık yapan muhrerem ve kahraman büyük ağabeyim Muzaffer Uslu vefat etmişti. Köln şehrindeki gecede vücut binamızdan bir parçanın koptuğunu görmüştüm. Aynı gece Şükrü Bulut Bey de rüyada ağabeyimin vefat haberini duyar. Bunun üzerine sabah 11:30’da ailemi aradım. 1.5 saat önce saat 10:00’da ağabeyimin beyin kanamasından vefat ettiğini öğrendim. Ruhu ebeden şâd olsun.

Bu itibarla bu satırları yazmaya başladığım Almanya’da hizmet programını yarım keserek dönüyorum. Sizler bu makalemi okurken, Van-Başet yaylasında, telefonların çekmediği soğuk, karlı köyümüzdeki taziyede bulunacağım ve oraya yetişip kendi camimizde vaaz ederek ölümün müjde satırlarını kalplere vuracağım ve akan gözyaşlarımızı müjdelerle ve Fatihalarla sileceğiz. İnşaallah... Almanya’da ve Avrupa’da hizmeti geçenlere binler teşekkür ve duâlar...

“Asıl insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet, semâ-i müstakbelde ve Asya’nın cinânı üzerinde bulutsuz güneş gibi pertev-efşan olacaktır” (B.S.N., Muhakemat, 8. Mukaddime).

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ankara cinayetinin perde arkası



Başka ülkelerde olduğu gibi, Türkiye'de de zaman zaman dara düşen, zorda kalan Bosna'daki Müslümanlar için yardım paraları toplanır.

Bu paraların bir kısmı gider, yerine ulaşır. Bir kısmı ise gitmez, başkasına kalır, ya da bir şekilde iç edilir.

Son savaş döneminde bir partinin organizasyonuyla toplanan 11 trilyon liranın Bosna'ya gönderilmediğine dair, mahkemeye intikal eden ve cezâî müeyyidesi kesinleşen bir dâvâ var.

Ayrıca, bundan 61 sene evvel yaşanan ve üzerindeki sır perdesi bir türlü kaldırılamayan benzer bir dâvâ daha var ki, bu esrarengiz dâvânın yeni ve çok önemli bir halkasına son Bosna seyahatimiz esnasında vâkıf olduk.

Meğerse, 1945'te komünist diktatör Tito liderliğindeki Yugoslavya'nın baskıcı yönetimi altına giren Bosnalı Müslümanlar için de yardım paraları toplanmış; ancak, o tarihlerde toplanan ve miktarı bilinemeyen bu paralar da yerine ulaştırılamamış.

Yardım parasını toplayan şahıs, hamiyetli bir doktor. Ankara'da muayenehanesi var; aynı zamanda Rus elçiliğinin de doktoru.

İşte bu tanınmış itibarlı doktor, 6 Ekim 1945 günü akşamı, bir genç tarafından yedi kurşunla vurularak öldürüldü. O genç katilin, dönemin Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'ın oğlu Haşmet Orbay olduğu, sonradan anlaşıldı ve mahkeme kararıyla da kesinleşti.

Aynı mahkeme, Ankara Valisi Tandoğan'ın olayı kasten örtbas ettiğine de hükmetti.

Bu gelişmenin hemen ardından, Ankara, zincirleme devam eden pek büyük gümbürtülerle sarsılmaya başladı. Şöyle ki:

1) Mahkemenin kararını Yargıtay'da bozduran ve gelişmelerin seyrini Tandoğan aleyhine olacak şekilde değiştirmeye sebep olan dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Fahrettin Karaoğlu, otomobili içinde ölü bulundu.

2) Tanık olarak çağrıldığı mahkemede sanık durumuna düşen Ankara'nın 17 yıllık valisi, belediye başkanı ve aynı zamanda CHP İl Başkanı olan Nevzat Tandoğan, aniden bunalıma girdi ve kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti.

3) Fevzi Paşadan sonraki Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay (aynı zamanda Enver Paşanın eniştesi), henüz yeni atanmış olduğu bu makamdan derhal istifa etti.

4) Cumhurbaşkanı İsmet Paşanın oğlu Ömer İnönü'nün ismi de, benzer bir cinayet hadisesiyle irtibatlandırıldı.

(Bu konuda, özellikle cinayet sebebinin "Bosna Müslümanları için toplanan yardım parası" olduğu konusunda—bir sohbet havası içinde—bizi aydınlatan kişi, kamuoyunun yakından tanıdığı ve sol tandanslı olarak bilinen bir tarihçi profesör. Hadisenin seyrini kendi ağzından yazmak için rızasını almadığımız için, ismini mahfuz tutuyoruz.)

Öte yandan, işlenen cinayetin—ana sebebi hariç—hemen bütün yönlerini araştıran ve topladığı bilgileri "Ankara Cinayeti" ismiyle kitap haline getiren kıdemli Demokrat parlamenterlerimizden Çorum eski milletvekili değerli İhsan Tombuş'un bilgilerinden de çokça istifade ettiğimizi burada belirtmiş olalım.

Şimdi, başlı başına bir roman, bir film konusu teşkil eden bu esrarengiz hadiseler zincirinin tâ başlarına doğru gidelim ve işin içine meselenin bir başka boyutunu, yani "kaderî hikmet veçhesi"ni de dahil ederek, adım adım, halka halka beriye doğru gelmeye çalışalım.

Zincirin baş halkasında, baş belâsı Tandoğan var

Tarih, 20 Eylül 1943. Sekiz yıldır Kastamonu'da sürgün bulunan Bediüzzaman Said Nursî, polis nezaretinde Çankırı yoluyla Ankara'ya getirtilir. Buradan Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edilecek.

Ankara'nın iki numaralı adamı, 14 yıllık Vali Tandoğan, Üstad Bediüzzaman'ı cebren makamına getirtir. Gayesi, başındaki sarığı çıkarttırmak ve başına fötr şapkayı zorla geçirmek.

Nitekim, bu maksatla fiilî teşebbüste bulunur. Ancak, buna muvaffak olamaz.

Şapkayı Vali Tandoğan'ın elinden alan Said Nursî, ona şöyle seslenir: "Bu sarık bu başla beraber çıkar. Ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!"

* * *

Bu hadisenin üzerinden iki yıl kadar bir zaman geçer ve ardından şu gelişmeler yaşanır.

* Halk arasında kazanmış olduğu itibarla, muhtaç durumdaki Bosnalı Müslümanlar için yardım parası toplayan Ankara'nın tanınmış doktorlarından Neşet Naci Arzan, 16 Ekim 1945'te muayenehanesinde öldürülür.

* Cinayette kullanılan tabanca, Genelkurmay Başkanı Kâzım Orbay'a aittir. Katil de Kâzım Paşanın oğlu Haşmet Orbay'dır. Doktorun topladığı paraları istiyor. Red cevabıyla karşılaşınca da onu öldürüyor. Gece eve gidince, durumdan ailesini haberdar etmek durumunda kalıyor.

* Hadisenin bir şekilde patlak vereceğini ve halkın gözünde itibar kaybına uğrayacağını öğrenen katilin ailesi, gelişmelerin seyrini değiştirecek alelacele hazırlanmış bir planı devreye sokuyor. Haşmet'in annesi—ki, Enver Paşanın kız kardeşi ve Orbay Paşanın da eşidir kendisi—tek parti döneminin değişmez şefi İsmet Paşanın eşi Mevhibe Hanımı telefonla arayarak şunları söyler: "Sizin oğlunuz Ömer de katil. Taksim'de Olga isimli kadının kocasını öldürmüş diyorlar. Ama, ne yaptınız ettiniz, onu kurtardınız. O halde benim oğlumu da kurtarın. Aksi halde, bütün bildiklerimi açıklarım."

* Bunun üzerine, Mevhibe Hanım da Vali Tandoğan'ı arayarak "Lütfen bu işi halledin" der. Tandoğan, işin içine bu şekilde girer.

* Vali Tandoğan, Haşmet'in Robert Kolej"den arkadaşı olan ve onunla aynı evi paylaşan Reşit Mercan'ı ayağına getirtir ve ona bu cinayeti mutlaka üstlenmesi gerektiğini söyler. Mercan da, çaresiz istenileni yapar ve ertesi gün karakola gidip teslim olur. "Cinayeti ben işledim" der.

* Mahkeme kurulur. "Katil benim" diyen Mercan'a 20 yıl, Haşmet Orbay'a da "Ona silâhı ben verdim" dediği için, sadece bir yıl ceza verilir.

* Ancak, basın hadisenin peşini bırakmadı. Bunun üzerine Yargıtay, mahkemenin ilk kararını bozdu ve dâvayı da Ankara'dan alarak Bolu Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. Bolu'daki yargılamalarda, mahkemede katilin Haşmet Orbay olduğu ortaya çıktı. Aynı anda, cinayetin Vali Tandoğan tarafından kasten örtbas edildiği, hatta cebren başkasına yüklenildiği de ortaya çıktı. Cezalar, bu yeni duruma göre kesildi.

* Buna sinirlenip kahırlanan Tandoğan, 9 Temmuz 1946 gecesi kafasına kurşun sıkarak intihar etti. Birkaç gün sonra da Genelkurmay Başkanı Orbay görevinden istifa etti.

Zincirleme daha başka gelişmeler de yaşandı. Ancak, şimdilik bu kadarı yeterli.

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

“Ivır zıvır çetesi” değil



Selçuklu döneminde şehzadeleri yetiştiren âlim şahsiyetlere denirmiş Atabeyler.

Osmanlı’da bunun adı “lala” olmuş.

Selçukluların yıkıldığı dönemde, Musul ve Kerkük’te bağımsızlıklarını ilân edip, Türkmen bölgelerinin muhafazasını üstlenmişler.

Belki de o yüzden, kendilerine, ”Atabey Gerillaları” adını veren örgüt mensupları, tüm organizasyonlarını Irak Türkmen Cephesi’nin ajandasına kaydetmişler.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evinin bulunduğu bölgenin ayrıntılı krokisi. İrfan Baştuğ Caddesi’nden sağlı sollu oto galerileri, Alpaslan Türkeş Parkı, elektrik trafosu dikkatle belirlenmiş. Başbakan’ın evinin bulunduğu binaya çıkan sokaklar işaretlenmiş, evin üzerine ise çarpı işareti konulmuş.

Yedek kuvvetlerin bekleyeceği bölge de işaretlenmiş. Tam bir suikast krokisi.

Örgütün toplanma yeri ise, tam yeraltı çetelerinin çalışma yöntemlerine göre belirlenmiş. “Bir ilânla Küçük Esat Bağlar Caddesinden, Horasan Sokağa kadar yürünecek. Sağ el ile selâm verilirken, siyah poşet sola alınacak…”

Düşünsenize günün birinde Bağlar Caddesi’nden geçiyorsunuz, sağ ellerindeki poşeti sol ellerine alan insanlar, sağ elleriyle selâm verdikten sonra, birbirlerine parola yerine geçecek cümlelerle hitap ediyorlar. Bunun sadece filmlerde olacağına düşünenlerdenseniz yanılıyorsunuz.

Atabeyler Çetesi kendilerine bir de istihbaratçı alfabesi oluşturmuşlar. Şifreli konuşmalar bu alfabeye göre deşifre edilecek.

Tam bir yeraltı örgütü çalışması…

Bağlar Caddesi’nde, Bağlar-Güvenlik önünde başlayacak bu toplanma.

Bu tür çeteler, her biri için bu tür toplanma yerleri belirlemiş olabilir. Yani bu işi sadece Atabeyler Çetesi ile sınırlı görmemek gerek. Amblemleri; Türk bayrağından çıkan her bir okun ucundaki 16 Türk bayrağı. Peki, bu 16 sayısı, sadece bayrak mı, yoksa 16 ayrı çetenin varlığı anlamına mı geliyor? Biz 11 biliyorduk, ama sayıları artmış olabilir.

Bu, varlığını korumaya çalışan bir etnik ya da kültürel topluluğun çabası olsa anlaşılır. Ama bu silâhlı bir terör örgütünün yapılanması. Hem de C-4 patlayıcıların, patlayıcı üretiminden kullanılan ham maddelerin, el bombalarının, bomba atarlar ve tabancaların ele geçirildiği bir örgüt.

Ankara’nın Eryaman semtinde ortaya çıkarılan işte böyle bir örgüt. Aralarında Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli bir yüzbaşı ve astsubay yer alıyor. Diğerleri ise, emekli subay ve astsubaylar. 3-4 eve yapılan baskınlarla ele geçiriliyorlar.

Sauna Çetesi’nde ele geçirilen Yüzbaşı Nuri Bozkır da Özel Kuvvetler Komutanlığındandı. Ayrıca Bozkır’ın “ATA Ocakları” ile de irtibatlı olduğu biliniyordu. Danıştay saldırganlarının da içkilerini içen, vatan millet nutukları atan ülkücü-ulusalcı oldukları da ortaya çıkmıştı.

“Atabeyler Çetesi”nin elemanları da yine Özel Kuvvetler de çalışıyor, ya da emekli olmuş isimler. Adı üstünde gerilla faaliyetlerine uygun olarak yetiştiriliyorlar. Ekibin Türkmen figürlerini kullanmalarından, Irak Türkmen Cephesi’nin ajandasının üzerinde çalışmalarından Kuzey Irak’ta görev yapan ekipten oldukları anlaşılıyor. Ancak işin ilginç tarafı, başımıza çuval geçirenlere karşı değil, Başbakan Erdoğan’a karşı bir tertip içinde olmaları.

Ayrıca Uğur Mumcu ve Bahriye Üçok başta olmak üzere, birçok aydının aracının altına konulan ya da postayla gönderilen C-4’lerin patlaması sonucu hayatını kaybettiği unutulmamalı.

* * *

Atabeyler Çetesi’nin tüm elemanlarının emekli ya da muvazzaf asker olması ilk kez karşılaşılan bir durum.

Sauna Çetesi’nden Yüzbaşı Nuri Bozkır gibi, bunlar da Özel Kuvvetler’den.

Çetenin toplanma yeri olarak belirlediği “Bağlar-Güvenlik” size tanıdık geliyor mu? Sauna Çetesi’nde polislikten atılma eski Başkomiser Kamer Topsakal vardı. Şimdi hatırladığınızdan eminim. Topsakal, Sauna Çetesi ile çalışmadan önce, Bağlar Caddesi’ndeki Ulubey Güvenlik’te çalışıyordu. Topsakal’ın meslekten ihraç edilmesine yol açan olay ise, PKK ile ilgili Almanya’da bir dosyayı soruşturuyordu. Bu soruşturmayı ATA Ocakları’nın eski Genel Başkanı Ayhan Parlak’a verdiği için meslekten ihraç edildi.

Ayhan Parlak ise, Danıştay saldırısı ile ilgili olduğu ileri sürülen firarî tek isimdi, o da dün göz altına alındı.

Sauna’nın Tamer’inin eski şirketi Ulubey Güvenlik, Atabeyler Çetesi’nin buluşma noktası oluyor. Topsakal, Danıştay saldırısında ismi geçen Parlak sebebiyle meslekten ihraç ediliyor.

Gördünüz mü, birbirleriyle nasıl irtibatlılar?

Peki, tüm bunlar ne anlama geliyor, Türkiye’de ne oluyor?

El Kaide türü, birbirinden bağımsız, ancak aynı amaca matuf bir oluşumla karşı karşıyayız. C-4’lü, el bombalı, çeşitli çapta silâhlarla “ıvır zıvır iş yapmak için” bir araya gelmiş, “ıvır zıvır çetesi” olmadıkları kesin…

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gurbet müjdeleri



Almanya’da yedi yıldır bu vakitlerde yapılan Bediüzzaman buluşmalarının bu defaki konusu “İstikbale dair müjdeler”di.

Toplantılarda bu başlık altında yapılan konuşmaların temel fikrî altyapısını Hutbe-i Şamiye’de verilen derin mesajlar oluşturdu.

Bilindiği üzere, bu tarihî hitabenin 28 Nisan’da Şam Emevi Camiinde bir kez daha okunması yönündeki girişim sonradan bazı mihrakların devreye girmesiyle ileri bir tarihe kalmıştı, ancak diğer yerlerdeki Hutbe-i Şamiye dersleri aralıksız, daha da artarak devam ediyor.

Nitekim Köln ve Münih'te gerçekleştirilen son toplantılar bu kabildendi.

Şam’da minberden okutulmasına şimdilik —kaderin de ince sırlarıyla— izin verilmeyen Hutbe-i Şamiye, Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden Köln’de ve ardından Münih’te, Avrupa demokrasisinin getirdiği hürriyet ortamında müzakere edildi.

Böylece, 95 sene önce Şam’dan İslâm dünyası ile tasaffî sürecindeki Hıristiyan âlemine verilen mesajlar Avrupa’da da yankılandı.

Bu yankılanma süreci, yeni müjde dalgalarının ve saadet yüklü gelişmelerin eşliğinde sonsuza kadar devam edecek inşaallah.

Toplantılarda Şükrü Bulut’un, Halil Uslu’nun ve bizim birbirini bütünleyen konuşmalarımız, hep bu mânâları terennüm etti.

Köln toplantısına katılan Almanya İslâm Arşivi kurucusu ve direktörü Muhammed Salim Abdullah’ın “Nurcular tam bir şeffaflık içinde çalışıyorlar. Avrupa’daki entegrasyon sorununu çözmenin yolu Nurcuları desteklemekten geçer. Said Nursî’nin fikirleri, zamanın doğruladığı öncü fikirlerdir” gibi tesbitlerini dile getirip “Sizi seviyorum” diye bitirdiği konuşması bu bütünlük içinde ayrı bir renk ve çeşni oldu.

Öncekiler gibi yine coşkulu musikî ziyafetleri, gazeller, miniklerin sevimli sunumları, hanımların kermes etkinlikleri ve ikramlarıyla zenginleşen programın bu yılki orijinal yeniliği, “Nurları Avrupa’ya taşıyanlar” adlı sinevizyon sunumu ve ardından saçlarına kar düşmüş öncü kahramanların birlikte sahneye çıkıp, ikinci ve üçüncü kuşak nur nesillerinin ellerinden aldıkları plaketlerle ödüllendirilmeleriydi.

Kur’ân nurunu batıya ve dünyaya yansıtma idealiyle İstanbul kapılarına dayanan Eyüp Sultan’ın, beraberindeki sahabelerin, alperenlerin, bacıyan-ı Rum’un, akıncıların, serdengeçtilerin günümüzdeki temsilcileri olarak Nurları Avrupa’ya taşıyanlardan ahirete intikal edenlerin rahmetle ve hasretle hatırlanmasına, hayatta olanların birbirleriyle ve yeni kuşaklarla kucaklaşmasına vesile olan programın bu kısmı, herkese gözlerini yaşartıp gönüllerini coşturan duygu yüklü bir atmosfer yaşattı.

Bu tablo, aynı zamanda Anadolu’da devam eden kucaklaşma sürecine Avrupa’daki nur kahramanlarının iştirakinin de bir ifadesiydi.

Bu kucaklaşmanın üç nesli kaynaştıran boyutu ise, gurbetçilerimize derin endişeler yaşatan “ikinci-üçüncü nesil” probleminde de gerçek çözümün adresini açıkça gösteriyordu.

Nur kervanı, yaşlısıyla genciyle bütün nesillerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Türkiye’de de; Avrupa’da da...

02.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kültür farkı ve kadın



İslâm dünyasında farklı kadın telakkileri var. Bunlardan bir kısmı İslâma maledilmiş coğrafî ve kültürel anlayışlardır. Sözgelimi, bilenler bilirler Şir’atü’l-İslâm adıyla güzel bir mevize kitabı vardır. Kitap faydalı ahlakî mevize ve nasihatlara havi olmakla birlikte bazı yönleri ve yargılarında şatat diyebileceğimiz bir aşırılığa gidilmiştir. Kadın hususunda da bazı aşırı görüşler dikkat çekmektedir ki bu yönüyle Taliban veya selefi anlayışını çağrıştırmaktadır. Bu yönüyle Taliban ve selefi kadın telakkisinin bazı köklerine burada rastlamak da mümkündür. Hilafına sahih hadisler olmasına rağmen Şir’atü’l İslâm müellifi İmamzâde Muhammed b. Ebî Bekr (v. 573/1177) kadınların okutulmasına karşı çıkar. Gerekçesi veya bahanesi veya illeti de de ilginçtir: Kadınlar okursa itaatsız, serkeş olur ve ukela kesilirler. Erkekle ve eşleriyle uyumları bozulur. Bu illeti aldığımız ve gelişigüzel tatbik ettiğimizde o zaman her şey yasak kapsamına girmelidir. Seddü zerai gerekçesiyle üzümler şarap olacak diye mesela üzüm ekim ve dikimine yasak koymak gibi. Bu durumda fakirlik de zenginlik de insanı yoldan çıkarır diye ikisinin de yasak olması lâzım. Dolayısıyla bu illetleri mutlaklaştırdığımızda bütün çıkış yollarını kendimiz kapatmış oluruz. Öyleyse bu konularda ölçüyü kaçırmamak iktiza eder. Muhammed b. Ebî Bekr zamanının başarılı vâizlerinden olmasına rağmen zaman zaman bu gibi tuhaflıklar sergileyebilmiştir. Bu itibarla, Mazlumder’in düzenlemiş olduğu İnsan Haklarında Yeni Arayışlar Sempozyumu çerçevesinde bir konferans veren Tarık Ramazan bu hususlarda güzel noktalara temas etti ve dikkat çekti. Dine göre değil kültür farkına göre Müslüman toplumlarda kadına muamelenin değiştiğini hatırlattı. Bu nokta çok önemli. Kadın veya erkeğin okuyarak birbirine yabacılaşması doğru olmadığı gibi cehaletle onu maskara bırakmanın da doğru bir yol olmadığı müsellem bir hakikattır. Öyleyse doğru, ikisinin ortasında bir yerdedir.

***

Peygamber toplumunda bile kadın konusunda iki farklı kültürün izlerini ve etkilerini görebiliyoruz. Mekke devrinde kadının konumu daha ziyade Taliban veya Selefi toplumlarının durumunu çağrıştırır. Mekke’de kadın kesinlikle ikinci plandadır ve sosyal etkinliklerin dışındadır. Medine’de ise hadislerden anladığımıza göre, kadının konumu Mekke’ninkinden epey farklıdır. Bu durum da, peygamberimizin övgüsüne mazhar our. Bundan dolayı Peygamberimiz: “Helâl olsun Medine kadınlarına” anlamına gelebilecek bir şekilde ‘Hâyâları onları, İslamı ve ilim öğrenmekten alıkoymadı’ buyurmuşlardır. Burada şer’i haya ile mizaci veya fıtri haya birbirinden farklıdır. Aynen kültür ve din farkı gibi. Hâyâ genel anlamda güzel olmakla birlikte kişilere göre değişen nisbî veya izafî hâyâ ölçü değildir. Hâyâda ölçü vahyin tanımıdır. Dolayısıyla hâyâ fıtri olabildiği gibi kültüreldir de. Bunun ötesinde şer’idir de. Hâyâ toptan güzel olmakla birlikte içtimai modele medar olabilecek olanı, kıvamı ve ortalamasıdır.

***

Bugün Sünnî dünyaya baktığımızda Bosna-Hersek gibi kimi bölgelerde kadının Medine toplumundaki kadınlara daha çok benzediğini görebiliriz. Buna mukabil, Yukarı Mısır (Said) ve Peştun ve Belucilerin yaşadığı bölgelerde kadın mahalli kültürün kıskacı veya etkisi altında kalmıştır. Bir Beluci atasözü şöyledir: "Bir kadın için ya ev (kor) ya da mezar (gor) vardır...” Bundan dolayı Said bölgesinde kadın çoğu kez çitlerle çevrili evinin bahçesinden dışarıya adım atmadan mezarı boylamaktadır.

Beluc ve Peştun bölgelerinde de böyledir. Ve bu bölgelerin erkekleri de huşunet ve sertlikleriyle bilinirler. Kabadayılar da genellikle böyle bölgelerden çıkmaktadır. Erzurumlular da buna benzer bir ifade kullanırlar: "Kor evim, sır evim." Burada kadının eve kapatılmasından ziyade mahremiyetteki huzur ve rahat ifade edilmektedir. Sünnî bölgelere nazaran Şii bölgelerde kadın daha serbesttir. Afganistan’da Hazara bölgesi, İran ve Irak’taki Şii bölgeler buna dahildir. Bana göre, bunun nedeni bu bölgelerde dinin kuraldan ziyade his olarak telakki edilmesi ve içselleştirilmesidir. Kadın noktasında da ifrat tefrit arasında mutlaka bir orta yol vardır ve kültürel olarak da bu orta yol bulunmalıdır. Dinimiz zaten orta yolu vazetmiştir. Tarık Ramazan da bizi bunu almaya çağırıyor.

02.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004