13 Ocak 2013, Pazar
Kemalizmin bu millete büyük bir borcu var. O da, aslında ne olduğunu ve bu milletten gerçekte neyi istediğini veya istemediğini açıkça ve sözü eğip bükmeden yine bu millete anlatmasıdır. Zira bu eveleyip gevelemeler bitmeden, komiğin ve trajedinin sınırlarını zorlayan bu gelgitler nihâyete ermeden, hiçbir anayasa, hiçbir ekonomik cevvaliyet ve kalkınma, hiçbir eğitim reformu, hiçbir siyâsî ve toplumsal tekâmül bu milleti gerçekten büyük ve hür yapamaz.
Boynumuzdaki zincirin dönem dönem, fâsılalarla biraz daha uzun ya da kısa bırakılması hakikati değiştirmez. Gidebileceğin yer, zincirinin nihâî uzunluğu kadardır. Millet olarak, inşâ edeceğin dünyâya âit tasavvur ve tahayyül nefesin, o zincirin son halkasındaki tasarruf kudretinde tükenecektir.
Bunu anlamalıyız!
Zirâ milletimiz değişen dünyada yerini daha güçlü bir şekilde almak istiyor ve alacaktır. Aklımızı ve ruhumuzu pençeleri arasında mahsur ve mahkûm bırakan bir ideolojiye, bizi yavaşlatacak ve tereddüde düşürecek mıymıntı hezeyanlara bir an îtibar edecek vakit ve tahammülümüz yok.
Bunun için Kemalizmin geleneksel “soru korkusu” ve bu korkudan doğan yaygaracı-şamatacı karakteri ciddiye alınmadan analitik ve târihî bir hesaplaşma yapılmalıdır. Kemalist akıl-–eğer mevcutsa–-bu analiz ve hesaplaşmanın tabiî gereği olan sorular karşısında şamata koparmak, ortamı yaygara ve vaveylaya boğarak, hem yeni bir söz söylenmesi ihtimalinin, hem de söylenmiş sözün tartışılmasının ve anlaşılmasının önüne geçmek şeklindeki tipik metodunu terk etmelidir. Sövgüler, şımarık tepinmeler, kurgulanmış öfke ve infiâl gösterileri, kamuoyu oluşturmaya yönelik mizansenler, tehdit, iftira, yargılı-yargısız şiddet gibi şirretlik unsurlarıyla hangi ideoloji bir millet üzerindeki tahakkümünü ilelebet pâyidar kılabilmiştir? Bu minvalde dün mümkün olmayan, yarın da mümkün olmayacaktır.
Kemalizmin kendisiyle ilgili cevaplanması gereken çok sâde, çok basit, gâyet sârih, ama mühim sorular var:
Bu millet büyük acılar çekti. Fertlerinin şahsiyetine ve haysiyetine hiç değer verilmedi; hunharca tahkir ve tezyif edildi. Yoksulluğun ve yokluğun en ağırına mâruz bırakıldı. Hastane kapılarında ve koridorlarında tuhaf bir kin ve hoyratlığın ayakları altında tekmelendi, çiğnendi. Babalar bu ülkenin karakollarına gidip çocuğunu sormaya cesaret edemedi. İnsanlarımız bu ülkenin karakollarında öldüresiye dövüldü, işkence gördü, sakat kaldı, can verdi! Sıradan bir vatan evlâdının kıymeti, ne hastanede, ne karakolda, ne de bir devlet dairesinde uyuz bir sokak köpeğinden fazla değildi.
Neden bütün bunlar olup biterken Kemalizm, bir kere bile kendini ihlâl edilmiş ve tehdit altında hissetmedi. Neden insanlarımızın, aç olması, karakollarda dayak yemesi, işkence görmesi, hastanelerde aşağılanması, itilip kakılması hiçbir zaman ‘Atatürk ilke ve inkılâpları’nı tehdit etmedi. Neden biz seksen yıl boyunca böyle bir Kemalist itiraz, hatta böyle bir itirazın îmâsını bile duymadık.
Bu millete acı veren, sıkıntı veren hâl ve tutumlardan dolayı kendini hiçbir zaman tehdit altında hissetmeyen Kemalizm neden sâdece ‘onun dini’ söz konusu olduğunda muarız hassasiyetler taşıyor? Neden kendini tehdit ve tehlike altında görüyor? Bu bir tür tez-antitez ilişkisi mi?
Bir vatan evlâdı Kur’ân öğrenirken, genç kız başını örterek okuluna giderken, gençler alkolden uzak tutulmaya çalışılırken bile teyakkuzda ve tehlikede olan ‘Atatürkçülük’ neden bir Türk vatandaşı işkenceyle öldüğünde tehlikede olmuyor, en iyimser yorumla bu hâdise ilgi alanına dahi girmiyor?
Bir milletin acılarına ve sıkıntılarına karşı değil de dinine ve medeniyet değerlerine karşı teyakkuz hâlinde olan bir ideoloji, o milletin yanında mıdır, yoksa o milletin karşısında mı?
Kemalizm, milletimizin bireylerine değer vermeyen, olumlu istikamette ilgilenmeyen, sadece onu kontrol altında tutmak isteyen bir ideolojiyse ve bu ideoloji yalnızca bu milletin dinine karşı mevzîlendiyse, esas kurgulayıcı kim?
Herhangi bir coğrafyada doğup büyüyen insanlar, kendilerinden yedi veya yetmiş sene önce yaşayıp ölmüş bir adamın gözünden, insana, topluma ve hayata bakmaya mecbur edilebilirler mi? Onlara o adamın zamanı, bilgileri, kanaatleri, sanrıları, duyguları, evhamları, sempatileri, antipatileri, tecrübeleri, zanları, güdüleri, zevkleri, eğilimleri ve nefretleri doğrultusunda zorunlu bir dünya görüşü dayatılabilir mi?
Hâlbuki hiç kimsenin, hiç kimseden, geçmişte yaşamış yahut hâlen yaşamakta olan politik veya ideolojik bir figürün, diğer insanlarca kendilerinden daha doğru, daha iyi, daha isâbetli düşündüğünü, kendisinden daha büyük, daha vatansever veya daha ahlâklı olduğunu kabul etmesini beklemeye hakkı yoktur. Herkes bu hayatı bir kez tecrübe etme, kendi şahsiyetini, zihnini ve kalbini inşâ etme hakkıyla doğar. Allah’ın verdiği bu aziz hakkı kimseye târumar ettiremeyiz.
Bir milleti “hiçleştirmek” istiyorsanız önce içlerinden bir adamı “hepleştirmelisiniz”. Eğer bir adamı “hepleştirmek” istiyorsanız, geriye kalanları “hiçleştirmelisiniz”. Milletimizi kim hiçleştirmek istedi?
Bir dünya görüşü olduğunu iddia eden ideolojinin değeri, kendisini neyle ihlâl ve tehdit edilmiş gördüğüyle ilgili olduğu kadar, neyin onu ihlâl ve tehdit etmediğiyle tesbit edilir. Yâni neye karşı olduğu kadar, neye karşı olmadığı da mühimdir. İnsanların inançları, ibâdeti veya fikirleriyle kendini ihlâl edilmiş ve tehdit altında hisseden bir ideoloji veya rejim, insanların aşağılanması, haksızlıklara uğraması veya işkence görmesiyle ihlâl edilmiş ve tehdit altında olmuyorsa, o ideoloji, insanlık suçudur!
Yukarıdaki soruların cevabında milletimizin bentlerini zorlayan istikbâli var!
Okunma Sayısı: 2373
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.