Karadeniz Ereğli’den Celalettin Gültekin: “Mektubat’ta hamisen diye başlayan mektubun (s. 27) başlangıç kısmı nerededir? Bu mektup neden beşinci maddeden başlıyor?”
ÇAM DAĞI’NIN ZİRVESİNDE
Bediüzzaman Hazretleri 1930 Mayıs’ının sonlarında bir gece Çam Dağı’nda, katran ağacının yüz tabakalık zirvesinde, yıldızlar âlemine dalıyor. Buradan o zaman Eğirdir’de bir yüzbaşı olan talebesi Hulûsi Yahyagil’e bir mektup yazıyor.
Mektubunun “Hamisen” diye başlayan beşinci kısmında gökyüzünü, yıldızları, gezegenleri bir rasathane titizliğinde ve netliğinde tarayarak Kur’ân âyetleriyle bütünleştiriyor ve muhteşem bir tefekkür şöleni sunuyor.
Mektubun hamisen kısmı Mektubat’ta Üçüncü Mektup’tur. Başlangıç kısımları ise Barla Lâhikası’nda yayımlanmıştır. Barla Lâhikası’nda 215 numaralı mektup, bu mektubun başlangıç kısmıdır.
Buradaki tasarruf da hiç şüphesiz Bediüzzaman Hazretleri’ne aittir.
Mektubun birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü maddelerinin Barla Lâhikası’nda bırakılması, beşinci maddenin ise Mektubat’a alınmasının görünen hikmeti, muhtemelen, beşinci maddenin Mektubat’ta işlenen konuların genel karakterine uygun olması, önceki maddelerin ise daha çok hususî kalması olabilir.
Yeri gelmişken önceki maddelerin ve hamisen diye başlayan beşinci maddenin nelerden bahsettiğini kısaca özetleyelim:
KUVVET-İ İLİM VE ŞUHUDU-U KALP BİRLİKTELİĞİ
Bu mektubu Bediüzzaman, Çam Dağı’ndan, yüz tabakalık fıtrî bir saray dediği katran ağacının en yukarı kısmından yazıyor.
Birinci Maddede Üstad Hazretleri yazılan Risalelerde insanlar için yanlış anlaşılacak veya zarar verecek bir husus var mıdır? diye soruyor.
İkincisinde, Bediüzaman Eski Said’le Yeni Said arasındaki bir farkı nazarlara veriyor.
Fark şudur: Eski Said hakikatleri kuvvet-i ilim ile anlıyor ve ifade ediyor, nazar-ı akıl ile görüyor. Yeni Said ise hakikatleri şuhud-u kalp ve nur-u vicdan ile görüyor. Bununla beraber Bediüzzaman, Eski Said döneminde yazdığı Nokta Risalesi’ni Yeni Said döneminde şuhud-u kalp ve nur-u vicdan ile inceleyince aklının ve kalbinin ittifak içinde olduğunu hayretle görüyor.
Bu ifadelerden Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde de hakaik-ı imaniyeyi ve Kur’âniyeyi keşfetmeye ehil ve vazifeli olduğunu anlıyoruz.
Üçüncüsünde Said Nursî Hazretleri, Şeyh Mustafa’ya selâm ediyor ve Kader Risalesi’ni yazdığı için tebrik ediyor. Duâsı ile kardeşlik hukukunu eda ettiğini, Risaleyi yazmakla da talebelik hukukunu yerine getirdiğini bildiriyor. Bu tebrikten anladığımız, Risale-i Nur’u günlük belirli bir planla okuduğumuzda ve sahip çıktığımızda talebelik hukukunu yerine getirdiğimizdir. Rabbim utandırmasın. Âmin.
Dördüncüsünde Üstad Hazretleri, kardeşi Abdülmecid Efendiye bazı Risaleler gönderdiğini yazıyor.
Buraya konan haşiyede ise, mektubun bundan sonraki “hamisen” kısmının Mektubat’ta Üçüncü Mektup olarak yer aldığı belirtiliyor.1
KÂİNATI RASAT EDEN GÖZLER
Üçüncü Mektup, bu mektubun beşinci kısmıdır. Bu kısımda Said Nursî Hazretleri Çam Dağı’nda katran ağacının yüz tabakalık zirvesinde en uzağı gören bir teleskop hassasiyetiyle gökyüzünün yıldızlarını rasat ediyor. Akıp giden yıldızlara, bu yıldızların gizlenmelerine ve görünmelerine işaret eden Kur’ân âyetlerini tadat ediyor. Bu derin tefekkürleri neticesinde öyle bir saltanata dikkat çekiyor ki, bu saltanatın gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa küre-i arz kadar bir cesamette ve bir saniyede binlerce kilometre mesafeyi kat eden bir sür’attedir.
Burada Bediüzzaman diyor ki: “İşte, böyle bir Sultan’a ubudiyet ve imanla intisap etmek ve şu dünyada O’na misafir olmak ne kadar âli bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.” 2
Mektubun devamında Bediüzzaman Hazretleri, “Cennet ve Cehennem çok uzaktırlar. Haydi, Cennet ehli lutf-u İlâhî ile berk gibi uçarak Cennet’e giderler. Peki, Cehennem ehli insanlar ağır günahlarıyla Cehennem’e nasıl ulaşacaklar?” sorusuna iki nükte ile cevap veriyor.
Nihayet Bediüzzaman dalâlet yolunda sonsuz derece zorluk, hidayet yolunda ise sonsuz derece kolaylık bulunduğunu bu mektupta misallerle açıklıyor.
Rahmetullahi aleyh.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 421. 2- Mektubat, s. 31.