ve tabaka-i nâsa ve her bir tabakaya karşı bir nevi i’cazı-
nı gösterdiği kerametli ve harikalı on dokuzuncu Mek-
tupta beyan olunan ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesse-
lâm bin mu’cizatıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâ-
mullah olduğu kat’î ispat edilen kur’ân-ı Mu’cizülbeyan,
hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i ezelî ve o
sâni-i sermedînin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüz
bin defa hâşâ ve kellâ!
demek, iman-ı billâh bütün hüccetleriyle kur’ân’ın ke-
lâmullah olduğunu ispat ediyor.
• Hem, hiç mümkün müdür ki, zeminin yüzünü müte-
madiyen zîhayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıt-
tırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı
zîşuurlarla şenlendiren bir sultan-ı zülcelâl, semavatı ve
yıldızları boş ve hâlî bıraksın, onlara münasip ahaliyi ya-
ratıp o semavî saraylarda iskân etmesin ve saltanat-ı ru-
bubiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmet-
siz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nazırsız, seyircisiz, âbid-
siz, raiyetsiz bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!
• Hem, hiçbir cihette imkânı var mı ki, bu kâinatı öyle
bir kitap tarzında yazar ki, her bir ağacın bütün tarihçe-i
hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve her bir otun
ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarında
yazan ve her bir zîşuurun bütün sergüzeşte-i hayatiyesini
hardal gibi küçük kuvve-i hafızasında gayet mükemmel
yazdıran ve bütün mülkünde ve devair-i saltanatında her
ameli ve her hâdiseyi müteaddit fotoğraflarla alarak
Şualar
o
n
B
irinci
Ş
ua
| 387 |
MEYVE RİSALESİ
beri konuşma sıfatına sahip olan
Allah.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
nazır:
nezaret eden, bakan, göze-
ten.
nevi:
çeşit, tür.
raiyet:
bir devletin tebaası olan
ve vergi veren halk.
saltanat-ı rububiyet:
kâinatı ter-
biye ve idare edici olan Allah’ın
saltanatı.
Sâni-i Sermedî:
ebedî, daimî olan
ve her şeyi sanatla yaratan Allah.
semavat:
semalar, gökler.
semavî:
Allah tarafından olan, İlâ-
hî.
sergüzeşt-i hayatiye:
hayat ma-
cerası, hayatta başa gelenler, ya-
şananlar.
Sultan-ı Zülcelâl:
sonsuz, haşmet
ve büyüklük sahibi sultan; Allah.
tabaka:
kat, katman.
tabaka-i nâs:
insanların tabakası.
taife:
bölük, takım, güruh, fırka.
tarihçe-i hayat:
bir şeyin veya in-
sanın doğumdan ölüme kadar ba-
şından geçen şeyler, biyografi.
tarz:
biçim, şekil, suret.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı Hakkın
bütün noksan sıfatlardan uzak ve
bütün kemal sıfatlara sahip oldu-
ğunu ifade eden sözler.
vazife-i hayatiye:
hayat ile ilgili
vazife.
yaver:
yardımcı.
zemin:
yer.
zîhayat:
hayat sahibi.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
âbid:
ibadet eden, kulluk eden.
ahali:
halk.
beyan etmek:
açıklamak, bil-
dirmek, izah etmek.
cihet:
yön.
devair-i saltanat:
saltanat, hü-
kümdarlık daireleri.
gayet:
son derece.
hademe:
hizmetçiler, hizmet
görenler, hadimler.
hâk:
doğru, gerçek, hakikat.
hâlî:
sahipsiz, kimsesiz.
harika:
olağanüstü.
haşa:
asla, kat’iyen, öyle değil,
Allah göstermesin.
haşmet:
ihtişam, heybet, bü-
yüklük.
i’caz:
mu’cizelik, insanların ben-
zerini yapmaktan âciz kaldıkları
şeyi yapmak.
iskân:
yerleştirme, yurtlandır-
ma.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, var-
lıklar.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kelâm:
söz, konuşma, nutuk.
kelâmullah:
Allah’ın kelâmı,
Kur’ân-ı Kerîm.
keramet:
ermişçesine yapılan
iş, hareket veya söylenen söz,
fikir.
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açık-
lamalarıyla akılları benzerini
yapmaktan âciz bırakan
Kur’ân-ı Kerîm.
kuvve-i hafıza:
hafıza gücü.
mu’cize:
benzerini yapmaktan
insanların âciz kaldığı şey.
mülk:
sahip olunan, üzerinde
tasarruf hakkı bulunan her
şey.
münasip:
uygun.
Mütekellim-i Ezelî:
ezelden