muhafaza eden ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esası
olan adalet, hikmet ve rahmetinin tecellileri ve tahakkuk-
ları için koca cennet ve cehennemi ve sırat ve Mizan-ı
ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Alîm-i rahîm,
insanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın
ve mücazat ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve sey-
yiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Hâ-
şâ! kaderin, levh-i Mahfuz’unda yazılan harfleri adedin-
ce hâşâ!
demek, iman-ı billâh hakikati, hüccetleriyle hem me-
lâikeye iman, hem kadere iman hakikatlerini dahi kat’î is-
pat eder. güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gi-
bi, imanın rükünleri birbirini ispat ederler.
•
İKİNCİNOKTA:
Başta kur’ân, bütün semavî kitaplar ve suhuflar ve baş-
ta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün pey-
gamberler (Aleyhimüsselâm), bütün davaları beş altı esas
üzerine dönüyorlar. Mütemadiyen o esasları ders verme-
ye ve ispat etmeye çalışıyorlar. onların peygamberlikle-
rine ve doğruluklarına şahadet eden bütün hüccetler ve
deliller, o esaslara bakıyorlar, onların hakkaniyetlerine
kuvvet veriyorlar. o esaslar ise, iman-ı billâh ve iman-ı bi-
lahiret ve sair rükünlere imandır.
demek, imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları
mümkün değildir. Her birisi, umumunu ispat eder, ister,
iktiza eder. o altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzi kabul
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, düzenli
ve dengeli oluş.
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebetli,
bağlı.
aleyhimüsselâm:
Allah’ın selâmı
onların üzerine olsun.
aleyhissalâtü vesselâm:
‘salât ve
selâm onun üzerine olsun’ anla-
mında Hz. Muhammed’e dua.
alîm-i rahîm:
her şeyi hakkıyla
bilen ve sonsuz merhamet sahibi
olan Allah.
amel:
fiil, iş.
dava:
takip edilen fikir, iddia.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
ehemmiyetli:
önemli.
fiil:
iş, hareket.
hâdise:
olay.
hakikat:
gerçek, esas.
Hâkim-i Hakîm:
her şeyi hikmetle
yapan hükmedici, Allah.
hakkaniyet:
hak ve adalete uy-
gunluk.
hasenat:
iyi ameller, iyi işler, ha-
yırlar.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli sebep.
hüccet:
delil.
iktiza:
lâzım gelme, gerekme.
iman:
inanma, itikat.
iman-ı bilahiret:
ahirete iman.
iman-ı billâh:
Allah’a inanma, Al-
lah’ı, onun kâinatta tecelli eden
bütün sıfat ve isimleriyle beraber
kabul ederek Ona inanma.
ispat:
doğruyu delillerle göster-
me.
kader:
Cenab-ı Hakkın ezelî ilmi
ile, kâinatta olmuş ve olacak bütün
şeylerin varlık ve yokluğunu, geç-
miş ve geleceğini bilmesi.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddüde
mahal bırakmayan.
kuvvet:
güç, kudret.
küll:
bütün.
küllî:
bütün olan, tümel.
levh-i Mahfuz:
korunmuş levha,
Allah’ın ezelî ilmiyle kâinatta olmuş
ve olacak şeylerin yazılı olduğu
levha.
melâike:
melekler.
mizan-ı ekber:
en büyük terazi,
mahşer günü amellerin ölçüleceği,
hakikî mahiyeti ancak ahirette bi-
linebilecek olan büyük terazi.
muhafaza:
koruma.
mücazat:
bir suça karşı verilen
ceza, karşılık, mutlak ceza.
mükâfat:
iyi bir iş, hizmet
veya başarıdan ötürü verilen
şey, ödül.
müteaddit:
çeşitli, bir çok.
nokta:
konu, konu ile ilgili
önemli bölüm.
peygamber:
Allah tarafından
haber getirerek İlahî emir ve
yasakları insanlara tebliğ eden
elçi, nebi.
rahmet:
şefkat etmek, mer-
hamet etmek, esirgemek.
rububiyet:
Cenab-ı Hakk’ın her
zaman, her yerde, her mahluka
muhtaç olduğu şeyleri vermesi,
onu terbiye etmesi ve idaresi
altında bulundurma vasfı.
rükün:
esas, kaide, prensip.
sair:
diğer, başka, öteki.
seyyiat:
seyyieler, fenalıklar,
kötülükler.
Sırat:
İslâm akaidinde, cehen-
nem üzerine çekilmiş olduğuna
inanılan, kıldan ince kılıçtan
keskin, geceden karanlık gibi
mecazî ifadelerle vasıflandırılan,
mahiyetini tam olarak kavra-
yamadığımız köprü, Sırat Köp-
rüsü.
suhuf:
dört büyük kitap dışında
sahifeler şeklinde, bazı pey-
gamberlere vahiy ile gelen
emirler.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
tahakkuk:
gerçek olarak mey-
dana çıkma, bir şeyin doğru-
luğunun meydana çıkması,
gerçekliğinin anlaşılması.
tecelli:
belirme, bilinme, gö-
rünme.
tecezzi:
parçalara ayrılma, bö-
lünme, ufalanma, cüzlere ay-
rılma.
umum:
bütün, hepsi.
MEYVE RİSALESİ
| 388 |
o
n
B
irinci
Ş
ua
Şualar