kesbeden cehennemden “Bizi hıfz eyle!” demeleri göste-
riyor ki, nev-i beşerin en büyük meselesi cehennemden
kurtulmaktır. Ve kâinatın pek çok ehemmiyetli ve muaz-
zam ve dehşetli bir hakikati cehennemdir ki, bir kısım o
ehl-i şuhut ve keşif ve tahkik onu müşahede eder; ve bir
kısmı, tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden fer-
yat ederler, “Bizi ondan kurtar!” derler.
evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet,
hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbiri-
ne karşı gelmesi ve içine girmesi pek büyük bir hikmet
içindir. Çünkü şer olmazsa, hayır bilinmez; elem olmaz-
sa, lezzet anlaşılmaz; zulmetsiz, ziya, ehemmiyeti olmaz;
soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder; çirkinlik ile,
hüsnün tek bir hakikati bin hakikat ve binler çeşit hüsün
mertebeleri vücut bulur; cehennemsiz, cennetin pek çok
lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, her şey bir cihette
zıddıyla bilinebilir ve bir tek hakikati, sümbül verip çok
hakikatler olur.
Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fânîden dâr-ı bekaya
akıp gidiyor; elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik,
iman gibi şeyler cennete akar; öyle de, şer, elem, karan-
lık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler cehenneme ya-
ğar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki
havuza girer, durur. kerametli Yirmi dokuzuncu sözün
ahirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesi-
yoruz.
Şualar
o
n
B
irinci
Ş
ua
| 375 |
MEYVE RİSALESİ
hüsün:
güzellik.
iman:
inanma, itikat.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
keramet:
ermişçesine yapılan iş,
hareket veya söylenen söz, fikir.
kesb:
kazanma.
kıyasen:
kıyas ederek.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
mertebe:
derece, basamak.
mesele:
önemli konu.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
muazzam:
çok büyük, ulu, yüce.
müşahede:
bir şeyi gözle görme,
seyretme.
mütemadiyen:
sürekli olarak, de-
vamlı.
nev-i beşer:
insanoğlu, insanlar.
nükte:
ince manalı, düşündürücü
söz.
remiz:
bir manayı ifade eden veya
bir manaya delâlet eden işaret ve
şekil.
sümbül:
sümbül, zambakgillerden,
salkım çiçekli, keskin kokulu bit-
ki.
şer:
kötülük.
tahakkuk:
gerçek olarak meydana
çıkma, bir şeyin doğruluğunun
meydana çıkması, gerçekliğinin
anlaşılması.
tereşşuhat:
damlamalar, sızıntı-
lar.
zıt:
bir şeyin aksi, tersi.
ziya:
ışık, aydınlık, nur, parlaklık.
zulmet:
karanlık.
ahir:
son.
bürudet:
soğukluk, soğuk
olma.
cihet:
yön.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak, doğru yoldan
ayrılma, azma, batıla yönel-
me.
dâr-ı beka:
bâkî ve sonsuz
dünya; ahiret.
dâr-ı fânî:
ölümlü, kaybolan,
gelip geçici, yok olup giden
yer; dünya.
dehşet:
büyük korku hâli,
korkma, ürkme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehemmiyet:
önem, değer, kıy-
met.
ehemmiyetli:
önemli.
ehl-i keşif:
bazı sırları, bilin-
meyen hakikatleri, Cenab-ı
Hakkın lütuf ve ihsanı ile bilen
velîler.
ehl-i şuhut:
kâinatta tevhid
delillerini aynen seyreden, İlâhî
ve gizli sırlarını Hakkın izni ile
gören şuhut ehli, velî.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştı-
ranlar, gerçeğin peşinden gi-
denler.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
feryat:
haykırma, çığlık.
hakikat:
gerçek, esas.
hararet:
sıcaklık.
havale:
bir şeyi başka bir yere
veya zamana bırakma.
hayır:
iyi iş, iyi şey.
hidayet:
doğru inanç ve ya-
şayış üzere olmak.
hıfz:
koruma, muhafaza etme,
himaye etme.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli se-
bep.
hüsün:
güzellik.