cehennemin vücudunu istedikleri gibi izzet-i celâl ve aza-
met-i kemal dahi kat’î isterler.
evet, nasıl bir serseri, asi ve raiyete tecavüz eden bir
adam, oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamaz-
sın ve yapamazsın,” diye izzetine dokunsa, elbette, o şe-
hirde hapis olmasa da, o edepsiz için bir hapis yapacak,
onu içine atacak. Aynen öyle de, kâfir-i mutlak, küfrüyle
izzet-i celâline şiddetle dokunuyor ve azamet-i kudretine
inkâr ile dokunduruyor ve kemal-i rububiyetine tecavü-
züyle ilişiyor; elbette, cehennemin pek çok vazifeler için,
pek çok esbab-ı mucibesi ve vücudunun hikmetleri olma-
sa da, öyle kâfirler için bir cehennemi halk etmek ve on-
ları içine atmak, o izzet ve celâlin şe’nidir.
Hem, mahiyet-i küfür dahi cehennemi bildirir. evet,
nasıl ki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriy-
le bir cennet-i hususiye şekline girebilir. Ve cennetten,
bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de, risale-i
nur’da delilleriyle ispat ve baştaki meselelerde dahi işa-
ret edilmiş ki, küfrün ve bilhassa küfr-i mutlakın ve nifa-
kın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve ma-
nevî azapları var; eğer tecessüm etse, o mürtet adama
bir hususî cehennem olur. Ve büyük cehennemden, bu
cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasın-
daki hakikatçikler ahirette sümbüller vermesi nokta-
sından, bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret
eder; “Ben onun bir mâyesiyim” der. “Ve beni kalbinde
Şualar
o
n
B
irinci
Ş
ua
| 373 |
MEYVE RİSALESİ
küfür, mutlak küfür, hiç bir imanî
hükmü, delili, hakikati kabul et-
meme, kesin ve tam bir inkâr.
mahiyet:
bir şeyin aslı, esası, ni-
teliği.
mahiyet-i küfür:
küfrün mahiyeti;
inançsızlığın aslı, esası.
manevî:
manaya ait, maddî ol-
mayan.
mâye:
maya, temel, esas, öz.
mesele:
önemli konu.
mezraa:
ziraat yapılacak yer, tarla,
ekilecek yer.
mürtet:
irtidat eden, İslâm dinini
bırakarak eski dinine veya başka
bir dine geçmiş olan, din değişti-
ren.
nifak:
görünüşte Müslüman gibi
davranıp aslında kâfir olma, iki
yüzlülük, münafıklık.
raiyet:
bir devletin tebaası olan
ve vergi veren halk.
serseri:
ötede beride başıboş ge-
zen, işsiz, güçsüz.
sümbül:
sümbül, zambakgillerden,
salkım çiçekli, keskin kokulu bit-
ki.
şe’n:
iş, durum, özellik, yapı.
şiddet:
sertlik, katılık, peklik.
tecessüm:
cisimleşme, cisim hâline
gelme.
zakkum:
cehennemde yetişen ve
acı meyvesi cehennemliklere ye-
dirilecek olan bir ağaç.
ahiret:
dünya hayatından son-
ra başlayıp ebediyen devam
edecek olan ikinci hayat.
asi:
isyan eden, başkaldıran.
azamet-i kemal:
kemal, ol-
gunluk ve mükemmelliğinin
büyüklüğü.
azamet-i kudret:
kudretin bü-
yüklüğü.
bilhassa:
özellikle.
cennet-i hususiye:
hususî, özel
cennet.
delil:
bir davayı ispata yarayan
şey, bürhan.
edep:
iyi ahlâk, güzel terbiye.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
esbab-ı mucibe:
gerektiren
sebepler.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı,
esası.
hâkim:
kanun uygulayan kim-
se, yargıç.
halk:
yaratma, yaratış.
hususî:
özel.
iman:
inanma, itikat.
irtidat:
islâm dininden çıkma,
islâm dinini terk ederek başka
bir dini kabul etme.
ispat:
doğruyu delillerle gös-
terme.
izzet:
şeref, yücelik, değer.
izzet-i celâl:
büyüklüğün ve
yüceliğin haysiyet ve şerefi.
izzetli:
şeref ve itibar sahibi.
kâfir:
Allah’ı ve İslâmiyeti inkâr
eden, dinsiz.
kat’î:
kesin, şüpheye ve te-
reddüde mahal bırakmayan.
kemal-i rububiyet:
Rububi-
yetin mükemmelliği, Cenab-ı
Allah’ın mahlûkunu terbiye
edip besleme ve gözeticilik
vasfının mükemmelliği.
küfr-i mutlak:
kayıtsız şartsız