ve gayba dair gusn-i azamı (ağaç dalı) yine sabit hakaik
ile meyvedardır.
Hem, derince şu bürhan tersim edilse anlaşılır ki, onu
gösteren zat, neticesi olan mesele-i tevhidde o kadar
emindir ki, hiçbir şaibe-i tereddüt hiçbir tarafında ihsas
edilmiyor. Hem, o neticeyi bütün hakaika esas addede-
rek, müselleme ve zaruriye olduğunu bütün kuvvet-i be-
yanıyla ve ısrarıyla ona giydiriyor ve başka şeyleri ona ir-
ca ediyor. temel taşı gibi o şedit kuvvet, sun’î olamaz.
Hem de, üstündeki sikke-i i’caz, her ihbarını tasdik eder,
tezkiyeden müstağni kılar. Âdeta ihbaratı binefsiha sabit
umurlardandır.
evet, şu bürhan-ı münevverin altı ciheti de şeffaftır:
üstünde i’caz, altında mantık ve delil, sağında aklı istin-
tak, solunda vicdanı istişhat, önünde hedefinde hayır ve
saadet, nokta-i istinadı vahy-i mahzdır. Vehmin ne had-
di var ki, girebilsin.
Marifet-i sâni denilen kemalât arşına uzanan miraçla-
rın usulü dörttür:
• Birincisi: tasfiye ve işraka müesses olan muhakki-
kîn-i sofiyenin minhacıdır.
• İkincisi:
İmkân
ve
hudus’
a mebni mütekellimîn tari-
kıdır.
Bu iki asıl, çendan kur’ân’dan teşaub etmişlerdir. lâ-
kin fikr-i beşer başka surete ifrağ ettiği için, uzunlaşmış
ve müşkülleşmiş, evhamdan masun kalmamışşlar.
addetme:
sayma, öyle kabul et-
me.
âdeta:
sanki.
arş:
göğün en yüksek katı.
binefsiha:
bizzat, kendisi, kendisi
ile, kendi kendine.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
bürhan-ı münevver:
nurlu ve
parlak delil.
çendan:
gerçi, her ne kadar.
cihet:
yön.
dair:
alâkalı, ilgili.
evham:
vehimler, zanlar, kuruntu-
lar.
fikr-i beşer:
insanların fikri, insan-
ların düşüncesi.
gayp:
görünmeyen, fakat varlığı
kesin olan ve mahiyeti Allah tara-
fından bilinen başka âlemler; ma-
nevî âlem.
gusn-i azam:
büyük ağaç dalı.
hakaik:
hakikatler, gerçekler.
hudus:
sonradan meydana gel-
me, yok iken var edilme.
i’caz:
mucizelik, insanların benze-
rini yapmaktan âciz kaldıkları şe-
yi yapmak.
ifrağ:
bir hâlden başka bir hale
sokma, çevirme.
ihbar:
haber verme, bildirme.
ihbarat:
ihbarlar, bildirmeler, ha-
ber vermeler.
ihsas:
hissetirme, sezdirme.
imkân:
var olması ya da yok ol-
ması noktasında zorunlu olmama.
irca:
geri çevirme, geri döndürme.
istintak:
söyletme.
istişhat:
şahit gösterme, birisinin
şahitliğini isteme.
işrak:
kalbe doğma, sezgi.
kemalât:
kemaller, olgunluklar,
mükemmellikler.
kuvvet-i beyan:
ifade gücü, anla-
tım gücü.
marifet-i sâni:
eşyayı tam bir hü-
ner ve sanatla vücuda getiren sa-
natkâr olan Allah’ın bilinmesi, ta-
nınması.
masun:
korunmuş, koruma altın-
da olan.
mebni:
bir şeye dayanan, istinat
eden.
mesele-i tevhid:
birlik, tek oluş
konusu.
minhaç:
meslek, yol, açık geniş
yol.
miraç:
yol; merdiven.
müesses:
tesis edilmiş, kurulu.
muhakkikîn-i sofiye:
tasavvufla
uğraşarak hakikate ulaşmaya ça-
lışanlar.
müselleme:
doğruluğu ve gerçek-
liği herkes tarafından kabul edi-
len.
n
okTa
| 394 | Mesnevî-i nuriye
müstağni:
muhtaç olmayan,
ihtiyaç duymayan.
mütekellimîn:
kelâm âlimleri,
kelâmcılar.
nokta-i istinat:
dayanak nok-
tası, güvenme ve itimat nok-
tası.
saadet:
mutluluk.
sabit:
ispatlanmış.
şaibe-i tereddüt:
kararsızlık
lekesi, noksanlığı.
şedit:
şiddetli.
sikke-i i’caz:
mu’cizelik işare-
ti, sikkesi, damgası.
sun’î:
yapmacık, uydurma,
sahte.
suret:
biçim, şekil, tarz.
tarik:
yol, meslek.
tasdik:
bir şeyin veya kimse-
nin doğruluğuna kesin olarak
hükmetme.
tasfiye:
insanın kendisini dün-
ya ve maddeci yaklaşımlar-
dan tasfiyesi, arındırması.
tersim:
resmini çizme, resmi-
ni yapma.
teşaub:
şubelenme, şubelere
ayrılma.
tezkiye:
temize çıkarma, te-
mizleme, aklama; mükem-
melleştirme.
umur:
işler.
usul:
metot, metodoloji.
vahy-i mahz:
vahyin tâ ken-
disi, sadece ve sadece Allah’a
ait vahiy, sırf vahiy.
vehim:
zan, şüphe, yanlış ve
esassız düşünce.
vicdan:
insanın içindeki iyiyi
kötüden ayırabilen ve iyilik
etmekten lezeet duyan ve kö-
tülükten elem alan manevî bir
his.
zaruriye:
zorunlu.