değil, iz’andır; tasavvuf değil, hakikattir; dava değil, da-
va içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:
eski zamanda, esasat-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavi
idi. teferruatta, ariflerin marifetleri delilsiz de olsa, beya-
natları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda, dalâlet-i
fenniye elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her
derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i rahîm olan zat-ı
zülcelâl, kur’ân-ı kerîm’in en parlak mazhar-ı i’cazından
olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve
ihtiyacıma merhameten, hizmet-i kur’ân’a ait yazılarıma
ihsan etti.
Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak haki-
katler gayet yakın gösterildi. Hem, sırr-ı temsil cihetül-
vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem, sırr-ı
temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetişti-
rildi. Hem, sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-ı gaybiyeye,
esasat-ı ‹slâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hâ-
sıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hatta nefis ve
heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i si-
lâha mecbur oldu.
elhâsıl, yazılarımda ne kadar güzellik ve tesir bulunsa,
ancak temsilât-ı kur’âniyenin lemaatındandır. Benim
hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla taleptir ve gayet ac-
zimle tazarruumdur. dert benimdir; deva kur’ân’ındır.
lp
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
arif:
bilen, hakikat mertebesine
erişen, üstün görüşlü kimse.
beyanat:
açıklamalar, izahlar.
bürhan:
delil, kanıt.
cihetülvahdet:
birlik yönü.
dalâlet-i fenniye:
fenden, ilim-
den gelen sapkınlık, ilmî dalâlet.
dava:
iddia.
delil:
bir davayı, meseleyi ispata
yarayan şey, kanıt.
deva:
ilâç, çare, tedbir.
elhâsıl:
sonuç olarak, özetle, kısa-
sı.
erkân:
rükünler, esaslar.
esasat:
esaslar, kökler, temeller.
esasat-ı imaniye:
iman esasları,
şartları.
esasat-ı ‹slâmiye:
‹slâm esasları.
fakr:
fakirlik, muhtaçlık.
felillâhilhamd:
Allah’a hamd ol-
sun.
gayet:
çok, son derece.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hakaik-ı gaybiye:
gizli olan ve bi-
linmeyen gerçekler.
hakikat:
gerçek, doğru.
Hakîm-i Rahîm:
her şeyi gaye ve
hikmetlerle yaratan, çok çok
merhametli, Allah.
hamd:
Allah’a karşı olan memnu-
niyetini onu överek bildirme.
hâsıl olma:
meydana gelme.
heva:
istek, arzu, nefse ait olan
şeylere düşkünlük.
hikmet:
belirli gayelere yönelik,
faydalı, anlamlı ve yerli yerinde
oluş.
hisse:
pay.
hizmet-i kur’ân:
Kur’ân hizmeti.
ihsan etme:
bağışlama, ikram et-
me, verme.
iz’an:
şüphesiz inanma, gönülden
inanma.
kâfi:
yeter, yeterli.
kavi:
kuvvetli, sağlam.
lemaat:
lem’alar, parıltılar.
mahfuz:
hıfz olunmuş, korun-
muş.
makbul:
kabul edilmiş, geçerli.
marifet:
bilgi.
mazhar-ı i’caz:
mu’cizeliğin gö-
ründüğü yer.
mecbur olma:
zorunda kalma.
merhameten:
acıyarak, merha-
met ederek.
mesele:
halledilmesi güç olan
iş.
nefis:
kötü vasıfları, nitelikleri
kendisinde toplayan, kötülü-
ğe sevk eden, şehevî istekleri
kamçılayıp hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
sırr-ı temsil:
örnekleme,
temsil getirme gereği, esası,
gayesi.
şeytan:
âdemoğullarını doğru
yoldan çıkartmaktan geri
durmayan lânetlenmiş varlık,
iblis.
şiddet-i ihtiyaç:
ihtiyacın,
muhtaç olmanın şiddeti.
şuhut:
şahit olma, görme.
şule:
alev, ışık.
talep:
isteme, dileme, arzu.
tasavvuf:
kişinin kalb, ruh ve
bedeni belirli metotlarla eği-
terek, bazı manevî mertebe-
leri katetmesini ve olgunlaş-
masını sağlayan yol.
tazarru:
yalvarma, Allah’a
huşû içinde yalvarma.
teferruat:
ayrıntılar.
temsilât:
temsiller, kıyaslama
tarzında benzetmeler, örnek-
ler.
temsilât-ı kur’âniye:
Kur’ân’-
ın verdiği temsiller, misaller,
örnekler.
tesir:
etki.
teslim:
kendini bırakma, bo-
yun eğme, doğruluğunu ka-
bul etme.
teslim-i silâh:
silâh bırakma.
vehim:
kuruntu.
yakîn-i imaniye:
hiç şüphe-
siz, kesin, mükemmel iman
bilgisi.
zaaf:
zayıflık.
Zat-ı Zülcelâl:
celâl ve büyük-
lük sahibi zat, Allah.
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup
| 640 | Mektubat