nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem,
mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve sözler ile
i’caz-ı kur’ân’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette
olmuştur. Hatta şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve
sebepsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm ve meşrebime
muhalif, yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve es-
kiden beri ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyenin çok rabıtala-
rından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim,
doğrudan doğruya bu hizmet-i kur’âniyeyi halis, safî bir
surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kal-
mamıştır. Hatta çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen
bana karşı olan tazyikat perdesi altında bir dest-i inayet
tarafından merhametkârâne, kur’ân’ın esrarına hasr-ı fi-
kir ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kana-
atindeyim. Hatta eskiden mütalâaya çok müştak oldu-
ğum hâlde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir
men, bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette
medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalâayı bana terk etti-
ren, anladım ki, doğrudan doğruya ayat-ı kur’âniyenin
üstad-ı mutlak olmaları içindir.
Hem yazılan eserler, risaleler, ekseriyet-i mutlakası,
hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüt
eden bir hacete binaen, anî ve def’î olarak ihsan edilmiş.
sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: “Şu
zamanın yaralarına devadır.” ‹ntişar ettikten sonra ekser
kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca
muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
merhametkârâne:
acıyarak,
merhamet göstererek.
meşrep:
yaratılış, tabiat, huy, mi-
zaç, ahlâk.
muhalif:
aykırı, zıt.
mukaddemat-ı ihzariye:
bir şeyi
hazırlamak için önceden yapılan
işler.
muvafık:
uygun, münasip.
mücanebet:
bir şeyden çekinme,
sakınma, kaçınma.
müştak:
arzu etme, inceleme.
mütalâa:
dikkatli okuma, incele-
me.
nazar:
dikkat, düşünce.
nefiy:
sürgün.
nefret:
tiksinme.
netice:
sonuç.
nevi:
çeşit, tür.
rabıta:
alâka, bağ.
risale:
belli bir konuda yazılmış
küçük kitap.
safî:
saf, temiz, samimî.
sair:
diğer, başka, öteki.
suret:
şekil, biçim, tarz.
tazyikat:
baskılar, zorlamalar, sı-
kıştırmalar.
tecerrüdüm:
yalnız başıma kal-
mam.
tevellüt eden:
doğan.
ülfet:
alışma.
üstad-ı mutlak:
ilimde üstünlüğü
ve öğreticiliği tartışmasız olan öğ-
retici.
vaziyet:
durum, hâl.
zulmen:
haksızlıkla, zulmederek.
âdeta:
sanki.
arzu:
istek.
ayat-ı kur’âniye:
Kur’ân’ın
ayetleri.
binaen:
-den dolayı, için.
def’î:
hemen, bir anda, ani.
dest-i inayet:
yardım eli.
deva:
ilâç, çare.
ekser:
çoğunluk, pek çok.
ekseriyet-i mutlaka:
genel
çoğunluk.
esrar:
sırlar, gizlenilen ve bi-
linmeyen şeyler.
gurbet:
yabancı yerde yaşa-
ma, kalma hâli.
hacet:
ihtiyaç.
halis:
saf, temiz.
hariçten:
dışarıdan.
hasr-ı fikir:
bir şeye bütün
fikrini verme.
hayat-ı içtimaiye:
sosyal ha-
yat, toplum hayatı.
hayat-ı ilmiye:
ilim içinde ge-
çen hayat, ilmi hayat; ilim ve
bilgi edinme süreci.
hilâf:
ters, zıt.
hizmet-i kur’âniye:
Kur’ân’ın
hizmeti.
hükmüne:
yerine.
i’caz-ı kur’ân:
Kur’ân’ın
mu’cizeliği.
ihsan:
bağışlama, ikram et-
me.
imrar-ı hayat:
hayat geçir-
me, sürme.
intişar:
yayılma, dağılma.
izhar:
açığa vurma, gösterme,
belirtme.
kaide:
kural, prensip, düstur.
kanaat:
görüş, fikir.
lâyık:
uygun, münasip.
medar-ı teselli ve ünsiyet:
teselli ve alışkanlık kaynağı.
men:
yasak etme, engelleme,
önleme.
Mektubat | 637 |
Y
irmi
S
ekizinci
m
ekTup