Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam,
başkasının ıttılâından çok hicap ettiği zaman, melâike ve
ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. küçük bir ema-
re ile onları inkâr etmek arzu ediyor.
Hem meselâ, cehennem azabını intaç eden büyük bir
günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittik-
çe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla ce-
hennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve
bir şüphe, cehennemin inkârına cesaret veriyor.
Hem meselâ, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubu-
diyeti yerine getirmeyen bir adamın, küçük bir amirinden
küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden mütees-
sir olan o adam, sultan-ı ezel ve ebed’in mükerrer emir-
lerine karşı farzında yaptığı bir tembellik, büyük bir sıkın-
tı veriyor. Ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki:
“keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi!” Ve bu arzu-
dan, bir manevî adavet-i İlâhiyeyi işmam eden bir inkâr
arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-i İlâhiyeye dair kalbe gel-
se, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder; büyük bir
helâket kapısı ona açılır. o bedbaht bilmiyor ki, inkâr va-
sıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelme-
ye mukabil, inkârda milyonlarla o sıkıntıdan daha müthiş
manevî sıkıntılara kendini hedef eder. sineğin ısırmasın-
dan kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder.
Ve hakeza, bu üç misale kıyas edilsin ki,
(1)
r
ºp
¡p
Hƒ o
?o
b '
¤n
Y n
¿Gn
Q r
?n
H
sırrı anlaşılsın.
adavet-i İlâhiye:
Allah’a karşı düş-
manlık.
adem:
yokluk.
amir:
yönetici, iş buyuran.
arzu:
istek, heves.
azap:
ceza.
bedbaht:
bahtsız, zavallı.
cesaret verme:
yüreklendirme.
cüz’î:
az, küçük.
dair:
alâkalı, ilgili.
delil:
kanıt, yol gösterici, rehber.
emare:
alâmet, belirti.
emir:
buyruk.
gayet:
son derece, çok.
günah:
Allah’ın emirlerine aykırı
davranış.
hakeza:
böylece, bunun gibi.
helâket:
yıkılma, mahvolma.
hicap etme:
utanma, mahcup ol-
ma.
ıttılâ:
öğrenme, bilme.
inkâr etme:
reddetme, inanma-
ma.
intaç etme:
netice verme, sonuç
verme.
istiğfar:
Allah’tan af dileme, tev-
be etme.
işmam etme:
hissettirme, duyur-
ma.
kat’î:
kesin.
kıyas:
karşılaştırma.
manen:
manaca, manevî bakım-
dan.
manevî:
mana ile ilgili, ruhanî.
melâike:
melekler.
meselâ:
örnek olarak; söz ge-
lişi.
meyletme:
yönelme.
misal:
örnek.
mukabil:
karşılık.
mükerrer:
tekrarlanan.
müteessir olma:
üzülme,
mahzun olma, hüzünlenme.
müthiş:
dehşet veren, kor-
kunç.
ruh:
insandaki canlılığın ve di-
riliğin kaynağı, manevî kuvvet.
ruhaniyat:
maddî yapısı olma-
yan, ruhlar âleminde yaşayan
varlıklar.
sır:
bir şeyin dikkat, yetenek,
tecrübe ve sezgi ile kavrana-
bilen en ince gizli yanı.
siper alma:
kendini koruma.
Sultan-ı ezel ve ebed:
başlan-
gıcı ve sonu olmayan, hüküm
ve saltanatı ezelden ebede
devam eden Sultan; Allah.
şüphe:
tereddüt, kuşku.
tehdidat:
tehditler; korkutma-
lar, gözdağı vermeler.
tekdir:
azarlama, ikaz.
vasıta:
araç, aracı.
vazife:
görev.
vazife-i ubudiyet:
kulluk gö-
revi.
vücud-i İlâhiye:
Allah’ın varlı-
ğı.
1.
Kalblerini karartmıştır. (Mutaffifîn Suresi: 14.) Ayetin tamamının meali ise şöyledir: “Doğru-
su onların kazandıkları günahlar, birike birike kalblerini kaplayıp karartmıştır.”
i
kinci
l
em
’
a
| 22 | Lem’aLar