denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. deniz fır-
tınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümit
kesik bir vaziyette,
(1)
n
Ú/
ª p
dÉs
¶dG n
ø p
e o
âr
æ`o
c u
Êp
G n
?n
`fÉn
ër
Ñ°o
S n
âr
`fn
G s
B ’p
G n
¬ '
d p
G '
B’
münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.
Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki:
o vaziyette esbap bilkülliye sukut etti. Çünkü, o hâlde
ona necat verecek öyle bir zat lâzım ki, hükmü hem ba-
lığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçe-
bilsin. Çünkü, onun aleyhinde gece, deniz ve hut ittifak
etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir zat
onu sahil-i selâmete çıkarabilir. eğer bütün halk onun hiz-
metkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faydaları
olmazdı.
(2)
demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü’l-es-
bap’tan başka bir melce olamadığını aynelyakîn gördü-
ğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-i tevhid içinde inkişaf ettiği
için, şu münacat birden bire geceyi, denizi ve hutu mu-
sahhar etmiştir. o nur-i tevhid ile hutun karnını bir tah-
telbahir gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağvari em-
vaç dehşeti içinde, denizi, o nur-i tevhid ile emniyetli bir
sahra, bir meydan-ı cevelân ve tenezzühgâhı olarak o nur
ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, kameri bir lâmba
gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdit ve
tazyik eden o mahlûkat, her cihette ona dostluk yüzünü
gösterdiler. tâ sahil-i selâmete çıktı, Şecere-i Yaktîn
(3)
al-
tında o lütf-i rabbanîyi müşahede etti.
aleyh:
karşı.
aynelyakîn:
bir şeyi görerek ve
seyrederek bilme.
bilkülliye:
büsbütün, tamamen.
cevv-i sema:
gökyüzü, hava boş-
luğu.
cihet:
yön, taraf.
dağdağa:
gürültü.
dağvari:
dağ gibi.
dehşet:
büyük korku hâli.
emir:
buyruk.
emniyet:
eminlik, güvenlik.
emvaç:
dalgalar.
esbap:
sebepler.
hâl:
durum.
halk:
millet, topluluk.
hizmetkâr:
hizmetçi.
hut:
büyük balık.
hüküm:
emir.
inkişaf etme:
ortaya çıkma, gö-
rünme.
ittifak etme:
birleşme, birlik.
kamer:
ay.
lâzım:
gerekli.
lütf-i rabbanî:
bütün âlemleri
tedbir ve terbiye eden Allah’ın lüt-
fu ve bağışı.
mahlûkat:
Allah tarafından yara-
tılanlar.
melce:
sığınılacak yer.
meydan-ı cevelân:
hareket ve fa-
aliyet meydanı.
musahhar etme:
boyun eğdirme,
emre itaat ettirme.
münacat:
Allah’a yalvarış, dua.
müsebbibü’l-esbap:
bütün sebep-
lere sahip olan onları meydana
getiren Allah.
müşahede etme:
şahit olma, göz-
lemleme.
necat:
kurtuluş.
nur:
aydınlık, ışık.
nur-i tevhit:
Allah’ın birliğini gös-
teren nur, ışık.
sahil-i selâmet:
kurtuluş sahili,
korku ve endişenin olmadığı, gü-
venilir kıyı.
sahra:
çöl, geniş saha.
sema:
gökyüzü.
sırr-ı azîm:
büyük sır.
sırr-ı ehadiyet:
Allah’ın her bir
varlıkta görülen birlik yansı-
malarının sırrı, hakikati.
sukut etme:
durma.
sür’aten:
sür’atle, hızla, çabu-
cak.
Şecere-i Yaktîn:
kavun, kar-
puz veya kabak ağacı.
tahtelbahir:
denizaltı.
taraf:
yön, yan.
tazyik etme:
zorlama, baskı
yapma; zorlayıp sıkıştırma.
tehdit etme:
korku verme.
tenezzühgâh:
seyir ve gezinti
yeri.
tenzih etme:
uzak tutma, te-
miz görme, yüce tutma.
tesir:
etki.
vasıta-i necat:
kurtuluş aracı.
vaziyet:
durum.
zat:
kişi, şahıs; azamet ve ulu-
luk sahibi olan Allah.
zelzele:
sarsıntı.
1.
Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendi-
ne zulmedenlerden oldum. (Enbiya Suresi: 87.)
2.
En'am Suresi: 17; Yunus Suresi: 107; Fâtır Suresi: 2.
3.
Saffat Suresi: 146.
B
irinci
l
em
’
a
| 16 | Lem’aLar