“Hâşâ, yüz defa hâşâ!
Risale-i Nur
ve şakirtlerinin bir
üstadı olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı gazalî ve beni Haz-
ret-i Ali ile bağlayan yegâne üstadımı beğenmemek de-
ğil, belki bütün kuvvetleriyle onların takip ettiği mesleği
ehl-i dalâletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza et-
mektir.
“Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücu-
mu, erkân-ı imaniyeyi sarsmıyordu. o muhakkik ve allâ-
me ve müçtehit zatların asırlarına göre, münazara-i ilmi-
yede ve diniyede istimal ettikleri silâhlar hem geç elde
edilir, hem bu zaman düşmanlarına birden galebe ede-
mediğinden,
Risale-i Nur
,
Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’dan
,
hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını
dağıtacak silâhları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zat-
ların tezgâhlarına müracaat etmiyor. Çünkü, umum on-
ların mercîleri ve menbaları ve üstadları olan kur’ân,
Ri-
sale-i Nur
’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem
vakit dar, hem bizler az olduğumuz için, vakit bulamıyo-
ruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek.
“Hem, risale-i nur Şakirtlerinin yüz mislinden ziyade
zatlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar.
Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kel-
lâ, o kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruhucanı-
mız kadar severiz. Fakat, herbirimizin birer kafası, birer
eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vak-
timiz dar, en son silâh, mitralyoz gibi,
Risale-i Nur
bür-
hanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp ikti-
fa ediyoruz.”
allâme:
ilmî seviyesi çok yüksek
olan âlim.
asır:
yüzyıl.
bürhan:
delil, ispat, hüccet.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yoldan
çıkanlar, azgın ve sapkın kimse-
ler.
erkân-ı imaniye:
imana ait esas-
lar.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
hâşâ:
asla, katiyen, öyle değil, Al-
lah göstermesin.
hüccetü’l-islâm:
İslam’ın delili,
hücceti, İmam-ı Gazâlî’nin lakâbı.
hücum:
saldırma.
iktifa:
yeterli bulma, kâfi görme.
istifade:
faydalanma, yararlan-
ma.
istimâl:
kullanma.
kellâ:
hiç bir zaman, asla,
kat’iyen, kesinlikle.
kudsî:
mukaddes, yüce.
Kur’ân-ı mu’cizülbeyan:
açıkla-
malarıyla akılları benzerlerini
yapmaktan aciz bırakan Kur’an.
mecburiyet:
mecbur olma, zaru-
rîlik durumu, zorunluluk.
menba:
kaynak.
merci:
merkez, kaynak, müraca-
at edilecek yer.
meslek:
gidiş, tutulan yol, sis-
tem.
misl:
kat; eş.
mitralyöz:
makineli tüfek.
muhafaza:
koruma.
muhakkik:
tahkik eden, ger-
çeği araştırıp bulan, bir şeyin
iç yüzünü inceleyerek vakıf
olan.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
mübarek:
feyizli, bereketli,
kutlu.
müçtehit:
ayet ve hadisler-
den şer’î hükümler çıkarabi-
len, gerekli bütün ehillik şart-
larına sahip olan, geniş ve de-
rin bilgili din âlimi.
münazara-i diniye:
dinî tar-
tışma.
münazara-i ilmiye:
ilmî soh-
bet ve tartışma.
müracaat:
başvurma, danış-
ma.
mütecaviz:
saldırgan, belli sı-
nırını aşan.
nuranî:
nurlu, ışıklı, parlak,
münevver.
Risale-i nur:
Nur Risalesi, Be-
diüzzaman Said Nursî’nin
eserlerinin adı.
ruhucan:
ruh ve can; ruh ve
canla.
şakirt:
talebe, öğrenci.
umum:
bütün.
üstad:
öğretici, öğretmen.
vasıta:
aracı.
vazife:
görev.
yegâne:
biricik, tek, yalnız.
zat:
kişi, şahıs.
zındıka:
dinsizlik, inançsızlık.
ziyade:
çok, fazla.
| 258 | K
astamonu
L
âhiKası