lezzeti, küllî, bâkî, daimî, imanî
(HaşİYe)
lezzetler ile müba-
dele et.
Hem deme ki: “Ben hayvan gibi hayatımı geçirece-
ğim.” Çünkü, hayvana nispeten mazi, müstakbel gayp
hükmündedir. Cenab-ı Hakîm-i rahîm, o gaybı onlara
bildirmemekle, onları hadsiz elemlerden kurtarmış. Hat-
ta kesilmek için yatırılan bir tavuk hiçbir elem ve hüzün
hissetmez. Bıçak kestiği vakit hissetmek ister. Fakat, his
gider; o elemden de kurtulur. demek Cenab-ı Hakkın
gayet büyük ve mükemmel bir rahmeti, re’feti ve şefka-
ti, gaybı bildirmemektedir; bilhassa masum hayvanlar
hakkında daha tamdır. demek, sefihâne lezzette sen
hayvanlara yetişemezsin; binler derece aşağı düşersin.
Çünkü, hayvana nispeten gaybî olan şeyleri senin aklın
görüyor, elemini alıyor. setr-i gaypta bulunan istirahat-i
tammeden bilkülliye mahrumsun.
Hidayet ve dalâlet Mukayeseleri
| 247 |
g
ençlik
r
ehBeri
mazi:
geçmiş zaman, yaşanılan-
dan önceki zaman.
mehasin:
güzellikler, hüsünler, iyi-
likler.
mezaristan:
mezarlık.
mübadele:
değiş-tokuş, karşılıklı
olarak değiştirme, trampa etme.
müstakbel:
gelecek zaman, istik-
bal.
nihayet:
son.
nispeten:
nispet olarak, nispetle,
kıyaslayarak, öncekine göre, bir
dereceye kadar.
nur:
aydınlık, parıltı, parlaklık, ziya,
ışık, şule.
rahmet:
acıma, merhamet etme,
esirgeme, bağışlama, şefkat gös-
terme.
re’fet:
esirgeme, koruma, acıma,
merhamet, şefkat etme.
sürur:
sevinç, mutluluk, neşe.
şefkat:
acıyarak ve esirgeyerek
sevme, içten ve karşılıksız merha-
met, karşılık beklemeden yardım
etme.
visal:
sevgiliye kavuşma, vuslat.
zat:
kişi, şahıs, fert.
bâkî:
sürekli kalıcı olan.
bilhassa:
her şeyden önce,
başta, hele, en çok, hususen,
hususî olarak, özellikle, mah-
sus.
Cenab-ı Hak:
Allah; doğru, ger-
çek, Hakkın tâ kendisi olan, şe-
ref ve azamet sahibi yüce Al-
lah.
Cenab-ı Hakîm-i rahim:
son-
suz merhamet edeni ve her
şeyi hikmetli yapan, şeref ve
azamet sahibi Allah.
daimî:
sürekli, devamlı.
ehl-i iman:
inananlar, iman
sahipleri, İslâm dinini kabul
edenler.
elem:
dert, üzüntü, kaygı, ta-
sa.
firak:
ayrılık, ayrılma, hicran.
gayp:
görünmeyen, fakat var-
lığı kesin olan ve mahiyeti Al-
lah tarafından bilinen başka
âlemler; manevî âlem.
had:
sınır, son.
haşiye:
bir kitabın sayfalarının
kenarına veya altına yazılan
açıklayıcı yazı, derkenar.
his:
anlama, sezme, idrak.
hüzn:
keder, tasa, gam.
iman:
inanma, inanç, itikat,
tasdik.
imanî:
imana ait olan, imana
dair olan, imanla ilgili.
küllî:
çok, büyük, çok miktar-
da.
lezaiz:
zevkler, lezzetler.
mahv:
batma, bitme, yok ol-
ma.
manen:
iç varlık bakımından,
duyguca, gönülce, yürekçe,
ruhça, mana itibariyle, mana-
ca.
masum:
suçsuz, kabahatsiz,
günahsız.
HaşİYe:
evet, iman bu dünyada dahi cennet lezaizini manen verebilir.
Yüzer lezzetli ışıklarından, bu tek faydasına bak:
nasıl ki, senin gayet sevdiğin bir zatı, bir tehlikede ölüyorken gördüğün
dakikasında, Hekim-i lokman ve Hızır gibi bir doktor geldi. Birden dirildi;
ne kadar sevinç hissediyorsun! öyle de, sen sevdiğin ve alakadar olduğun
ölmüşlerin adedince sevinçleri, sürurları, iman veriyor. Çünkü, mazi
mezaristanında milyonlarca sence mahbup zatlar, mahvdan ve ölümden,
birden, iman nuruyla, senin karşında diriliyorlar; “Biz ölmemişiz ve
ölmeyeceğiz” deyip hayat buluyorlar. o hadsiz firaklardan gelen hadsiz
elemler yerine, visal ve hayat bulmalarından nihayetsiz lezzetler ve
sevinçler, iman noktasından, bu dünyada dahi geldiğini gösteriyor ki “İman
öyle bir çekirdektir ki, ehl-i imana cenneti bütün lezaiz ve mehasiniyle
sümbül veriyor ve verecektir.”