ateşinden kurtaramazlar” diye düşünürken, birden o fit-
neyi ateşlendiren ve talim eden irtidatkâr bir şahs-ı ma-
nevî önümde tecessüm etti. Ben de ona ve ondan ders
alan mülhitlere dedim:
ey cehennem hûrileri ile zevklenmek yolunda dinini
feda eden ve sefihâne dalâleti severek irtikâp eden ve
hevesat-ı nefsiye lezzeti yolunda dinsizliği ve ilhadı kabul
eden ve hayatı perestiş edip ölümden şiddetli korkan ve
kabri hatırına getirmek istemeyen ve irtidada yüz tutan
bedbaht! kat’iyen bil ki:
dinsizlik cihetiyle, senin bu koca dünyan, bu saatten
evvel ve bu dakikadan sonra, bilumum senin bu kâinatın
ve mazi ve müstakbelin ve geçmiş nev’in ve cinsin ve ge-
lecek mahlûklar ve nesiller ve gitmiş dünyalar ve milletler
ve gelen insanlar ve taifeler, tamamen madum ve ölüdür-
ler. İşte, insaniyet ve akıl cihetiyle, alâkadar olduğun bü-
tün o seyyar dünyalar ve seyyal kâinatlar, mütemadiyen,
senin dalâletin suretiyle, senin başına dünya dolusu deh-
şetli ve hadsiz ölümlerin şiddetli elemlerini yağdırıyor. se-
nin şuurun varsa, kalbini yakıyor; ruhun varsa, yandırı-
yor; aklın sönmemiş ise, gamlar içinde boğuyor. eğer bir
saatçik sarhoşça sefahatin ve pis lezzetin, bu nihayetsiz
gamlara, hüzünlere, elemlere mukabil gelebilirse, o sefa-
hatte kal. Yoksa, aklını başına al! o manevî cehen-
nemden kurtulmak ve imanın bu dünyada dahi temin et-
tiği bir manevî cennete girmek ve saadet-i hayatiyeyi tat-
mak için, kur’ân’ın dersini dinle; cüz’î, fânî bir dakika
alâkadar:
ilgili, ilişkili, münasebet-
li, bağlı.
bedbaht:
mutsuz, üzüntülü, zaval-
lı.
bilumum:
bütün, tamamı, hep,
genel olarak.
cihet:
yan, yön, taraf.
cüz’î:
az.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten ay-
rılmak, azmak, doğru yoldan ayrıl-
ma, azma, batıla yönelme.
dehşet:
büyük korku hâli, kork-
ma, ürkme.
elem:
dert, üzüntü, kaygı, tasa.
fânî:
geçiçi, ölümlü.
fedâ:
gözden çıkarma, uğruna ver-
me.
fitne:
azdırma, baştan çıkarma.
gam:
sıkıntı, keder.
had:
sınır, son.
hûrî:
çok güzel kadın.
hüzün:
keder, tasa, gam.
ilhad:
islâm inancından dönme,
Allah’ın varlığına ve birliğine inan-
mayış.
iman:
inanma, inanç, itikat, tasdik.
insaniyet:
insanlık, bütün insanlar.
irtidâ:
dinin yasak ettiği şeyleri
yapmama, dinin yasakladıkların-
dan geri durma, yasaklardan çe-
kinme. örtünme, bürünme.
irtidatkâr:
irtidat edici, dinden çı-
kan, dini terk eden.
irtikap:
yapmak, işlemek.
kabir:
mezar.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin ta-
mamı, bütün âlemler, varlıklar.
kat’iyen:
katî olarak, kesin olarak,
kesinlikle.
madum:
yok olan, mevcut olma-
yan, bulunmayan.
mahlûk:
halk edilmiş, yaratılmış,
yaratık, Allah tarafından yaratıl-
mış, yaratık.
mazi:
geçmiş zaman, yaşanı-
landan önceki zaman.
millet:
benzer özellikleri olan
topluluk.
mukabil:
karşılık olarak, karşı-
lığında.
mülhit:
İslâm dininden ayrılan,
Allah’a ve dine inanmayan, Al-
lah’ı inkâr eden, dinsiz, iman-
sız, münkir.
müstakbel:
gelecek zaman,
istikbal.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı olarak, aralıksız şekil-
de, muttasıl, devamlı.
nesil:
kuşak, soy.
nihayet:
son.
saadet-i hayatiye:
hayattaki
mutluluk.
sefahet:
zevk, eğlence ve ya-
sak şeylere düşkünlük, sefih-
lik.
sefihâne:
sefih olan kimseye
yakışır yolda, sefihçe.
seyyal:
akıcı, akan.
seyyar:
gezici; gezen, dolaşan.
suret:
biçim, görünüş.
şahs-ı manevî:
manevî şahıs;
belli bir şahıs olmayıp, kendisi-
ne bir şahıs gibi muamele edi-
len şirket, cemaat, cemiyet gi-
bi ortaklıklar; belli bir kişi ol-
mayıp bir cemaatten meyda-
na gelen manevî şahıs.
şuur:
bilinç, akıl.
taife:
topluluk.
talim:
öğretme, yetiştirme.
tecessüm:
görünme, belirme.
temîn:
güvenlik, emniyet hissi
verme, şüphe ve korkuyu gi-
derme.
g
ençlik
r
ehBeri
| 246 |
iMan ve küfür Muvazeneleri