adama, o lozan Muahedesinde verdiği dehşetli fikrini is-
pat etmiş ki, din-i İslâm’a gayet muzır olarak hadisin ha-
ber verdiği adam bu zamanda o şeftir.
İşte hakikat böyle iken, Afyon Mahkemesi, adalet na-
mına değil, belki o ölmüş adamın muhabbeti taassubu na-
mına, eski harfle de neşredilen kararnamenin ahirinde bi-
zi mahkûm etmek için en mühim sebep, savcının garaz-
kârlığı sebebiyle, mahkeme heyeti demişler ki: “said ve
arkadaşları, Mustafa kemal’e ‘din yıkıcı, süfyan’ demiş-
ler ve kalblerdeki sevgisini bozmaya çalışmışlar. onun için
mahkûm ediyoruz.”
Acaba, ölmüş gitmiş bir adamın şahsına karşı bin defa
böyle itiraz da olsa –şahsî bir dava oluyor– mahkeme-i
adalet buna dair böyle bir hükmü vermek, elbette pek
acip bir mana, iş, içinde vardır!
Şimdi böyle adamların elinde nur eserleri dört defa be-
raat kazandıkları ve şimdi Adliye Bakanı, üç defa nur
eserlerinin beraatine ve eserde suç mevzuu olmadığına,
bizi mahkûm eden Afyon kararını bozmasıyla hüküm ver-
diği hâlde, şimdi bütün millet, adalet ve şefkat ve diyane-
te hizmet bekledikleri demokrat Hükûmeti zamanında,
eski müstebitlerin dehşetli plânlarıyla risale-i nur’a karşı
garazkârların keyfine bırakmamak; bırakılsa, demokrat
Hükûmeti aleyhinde büyük bir hıyanettir ve milletin te-
selli ümidini kırmaktır.
acip:
tuhaf, hayret veren, hayrette
bırakan, şaşılacak şey.
adalet:
her hak sahibine hakkının
tam ve eksiksiz verilmesi, hakka-
niyet, âdillik.
adliye:
mahkeme, yargılama işle-
riyle uğraşan daire.
ahir:
son.
aleyh:
karşı, karşıt.
beraat:
temize çıkma, suçsuz ol-
duğu anlaşılma.
cebren:
cebirle, zorla, kuvvet kul-
lanarak, mecburî.
cebr-i umumî:
umumî baskı, ge-
nel zorlama.
dair:
alakalı, ilgili.
dava:
hak aramak maksadıyla
mahkemeye müracaat etme.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
din-i islâm:
İslâm dini.
diyanet:
din, dindarlık.
garazkâr:
kinli, düşmanlık güden,
garazı olan, kötü kasıt sahibi.
gayet:
son derece.
haber:
bilgi.
hadis:
Hz. Muhammed’e (asm) ait
söz, emir, fiil veya Hz. Peygambe-
rin onayladığı başkasına ait söz, iş
veya davranış.
hakikat:
gerçek.
heyet:
kurul, topluluk; birlik teşkil
eden şahıs ve şeylerin tamamı.
hıyanet:
hainlik, ihanet, kendine
olan güveni kötüye kullanma, sö-
zünde durmayıp oyun etme.
hüküm:
karar, emir.
ispat:
doğruyu delillerle gösterme.
itiraz:
kabul etmediğini belirtme,
karşı çıkma.
kararname:
sorgu hakiminin ha-
zırladığı, suçlamaya veya akla-
maya dair resmi yazı.
keyfî:
kanuna uymayarak, keyfe,
arzuya bağlı.
mahkeme-i adalet:
adalet mah-
kemesi, hakka riayet edilen mah-
keme, doğruluğun benimsenip uy-
| 556 | Emirdağ Lâhikası – ıı
gulandığı yer.
mahkûm:
kendine hükmolu-
nan, hükümlü.
mevzu:
vaz olunmuş, konul-
muş, yerleştirilmiş.
millet-i islâmiye:
İslâm mil-
leti.
muhabbet:
sevgi, sevme.
muzır:
zararlı, zarar veren.
mühim:
önemli, ehemmiyetli.
müstebit:
zulüm ve baskıda
bulunan, zorba.
nam:
ad, yerine.
neşr:
kitap basma, çıkarma;
herkese duyurma, yayma.
süfyan:
ahir zamanda gele-
ceği ve ümmetin karanlık gün-
ler yaşamasına sebep olacağı
sahih hadislerde bildirilen deh-
şetli, dinsiz ve münafık şahıs.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şefkat:
karşılıksız sevgi bes-
leme, içten ve karşılıksız mer-
hamet.
taassup:
aşırı bağlılık, aşırı ta-
raftarlık, fanatizm.
teselli:
avunma.
ümit:
umut, umma, ümit; bazı
şeylerin istediği yönde olması
konusunda beslenen his.