bir umman kesilmiştir. Çünkü o, kur’ân-ı kerîm’in sadık
hizmetkârı ve iman hudutlarını bekleyen kahraman ve
fedaî bir neferidir. kendisi bu hakikati veciz bir cümle ile
şu şekilde ifade eder:
“Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâ-
hını bırakmayacak. Ben de kur’ân’ın bir hizmetkârı ve
bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa
çıksın, hak budur derim, başımı eğmem…”
Vazife başında ve cihad meydanında iken, şu mısralar
lisan-ı hâlîdir:
Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi,
Sinsi düşmanlara, hâşâ, satamam benliğimi.
Benliğimden uzak olmaktır esaret bence,
Böyle bir zillete düşmek ne hazin işkence!
Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her anım,
Dest-i kudretle yapılmış kaledir imanım.
Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşadım,
Görmek ister beni cennette şehit ecdadım.
Ruhum oldukça müebbet; ebedîdir ömrüm,
En büyük vuslata, Allah’a çıkan yoldur ölüm.
• • •
kitaba girmezden evvel, üstadı ilmî, fikrî, tasavvufî ve
edebî cepheleriyle de mütalâa etmek isterdim. Fakat çok
derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sayfa ile
hülâsa edilemeyeceğini kat’î bir surette idrak ettikten
AsA-yı MûsA | 435 |
t
aRiHçe
-
i
H
aYat
ö
n
s
özü
kahraman:
yiğit, cesur, bahadır,
alp.
kat’î:
kesin, şüpheye ve tereddü-
de mahal bırakmayan.
Kur’ân:
Allah tarafından vahiy yo-
luyla Hz. Muhammed’e indirilmiş,
semavî kitapların sonuncusu.
Kur’ân-ı Kerîm:
Kur’ân; Hz. Mu-
hammed’e vahiyle indirilen en son
İlâhî kitap.
lisan-ı hâl:
hâl dili, bir şeyin duru-
şu ve görünüşü ile bir mana ifade
etmesi.
mevzu:
ele alınan, üzerinde duru-
lan husus, bahis, konu.
mısra:
bir beytin satırlarından her
biri, bir satırlık manzum söz; bir şi-
iri meydana getiren satırların her
biri.
mukaddes:
takdis edilmiş, müba-
rek, ayıp ve noksanlardan kurtul-
muş, kutsal, aziz, temiz.
müebbet:
sonsuza kadar devam
eden, sonsuza kadar, sonsuz, ebe-
dî.
mütalâa:
bir şeyi etraflıca düşün-
me, tetkik etme.
nefer:
asker, er.
ömür:
yaşayış, hayat.
sadık:
doğru, gerçek, hakikî olan.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şehit:
Allah’ın ve yüce dininin adı-
nı yüceltme uğrunda canını feda
ederek savaşta vurulup ölen Müs-
lüman.
şümul:
içine alma, kaplama, ihata
etme.
tasavvufî:
tasavvufa ait, tasavvuf-
la ilgili.
umman:
büyük deniz, derya, ok-
yanus.
üstat:
bir ilim ve sanatta üstün
olan kimse, öğretmen.
Vazife:
görev.
veciz:
kısa ve özlü söz.
vuslat:
bir şeye ulaşma, kavuşma,
birleşme, erişme.
zillet:
hor ve hakir görülme, alçal-
maadî.
aşk:
şiddetli sevgi, sevda, mu-
habbet, gönül verme, candan
sevme, alâka, iptilâ.
cephe:
savaş sahası, savaş ya-
pılan yer.
cihad:
savaş, harp.
dilşad:
sevinmiş, kalbi hoş ol-
muş, gönlü hoş.
ebedî:
sonu olmayan, daimî,
sürekli.
ecdat:
dedeler, büyük baba-
lar, atalar.
edebî:
edebiyatla ilgili, edebi-
yata ait.
emel:
şiddetli arzu, hırs.
esaret:
esirlik, tutsaklık.
evvel:
önce, ilk.
fedaî:
canını esirgemeyen,
mühim bir maksat uğruna ca-
nını vermeye hazır bulunan.
fikrî:
fikir cinsinden, fikirle alâ-
kalı, fikre ait.
hak:
bir kimseye ait olan şey,
alacak; iş, emek, zahmet karşı-
lığı, pay.
hakikat:
gerçek, esas.
hâşâ:
asla, kat’iyen, hiç bir va-
kit.
hazin:
hüzünlü, acıklı.
hizmetkâr:
hizmet yapan
kimse, hizmetçi.
hudut:
sınır.
hülâsa:
bir şeyin özü, esası, te-
mel kısmı.
idrak:
akıl erdirme, anlama,
kavrama kabiliyeti.
ifade:
anlatım, deyiş.
ilmî:
ilim ile ilgili, ilme dair.
iman:
inanma, itikat.
işkence:
eziyet, azap, bir kim-
seye verilen maddî-manevî sı-
kıntı, zulüm.