Mİ'RACIN MEYVELERİ
Beşinci Meyve
İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sâni-i Kâinatın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki, kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahir veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârâne veriyor ki, tasvir edilmez. Çünkü âdi bir nefere denilse, “Sen müşir oldun”; ne kadar memnun olur. Hâlbuki fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden “Ebedî, bâkî bir Cennette, Rahîm ve Kerîm bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i Cemaline de muvaffak olursun” denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.
Şimdi makam-ı istimada olan zata deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at; mü’min kulağını geçir ve Müslim gözlerini tak. Sana iki küçük temsil ile bir iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
Meselâ, senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı, her taraf müthiş cenazelerle dolu. İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte, biri gitse o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbap şekline girse, düşman gördüğümüz kimseler kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse, o yetimâne ağlayışlar senakârâne “Yaşasınlar!” hükmüne girse ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar, terhisat suretine dönse, kendi sürurumuz ile beraber herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurâne olduğunu elbette anlarsın.
İşte Mi’rac-ı Ahmediyenin (asm) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit yabancı, muzır, müz’ic, muvahhiş ve dağ gibi cirimler birer müthiş cenaze; ecel, herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar; bütün sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu hâlde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda, meyve-i Mi’rac olan hakaik-ı erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâl’ine zâkir ve müsebbih ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek ve sadâlar, birer tesbihat hakikatinde olduğunu sana gösterir. Bu hakikati tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.
Sözler, 31. Söz, s. 657
LÛGATÇE:
ademâbâd: yokluklar âlemi.
ilhad: dinsizlik.
makam-ı fahir: övünç makamı.
makam-ı istima: dinleme makamı.
muvahhiş: vahşet veren, korkutan.
müz’ic: rahatsız eden, sıkıntı veren.
rü’yet-i Cemal: Allah’ın cemalinin görülmesi, müşahede edilmesi.
Sâni-i Kâinat: kâinatı mükemmel bir sanatla yaratan Allah.
sürur-u mes’udiyetkârâne: mutluluk şeklindeki sevinç, mutluluk sevinci.
vaveylâ: çığlık, feryat.
zîşuur: şuurlu, akıl sahibi.