Anbean insana ait duygular tahavvüle uğruyor muhakkak. Kaim bir dirayetten bahsedemeyiz.
Her türlü duygunun girift olduğu yüreğimiz zaman içinde yaşanan arbedelerin rüzgârlarında. Yoksa acul insana ne sunulursa tablonun en ufak gediğinin arayışında gibi. Hoşnut olmayan iğreti bir suskunluğun ortasında bozulan sessizliğin isyancısı olarak buluyor kendini.
Aristo bir bilgelikle sıraladığımız cümleler kalbi hançer olup kanatırken... Ancak acı tecrübeler kül olup savrulur, yenilerini ekler maziye. Katreler kelimelerimizin acımasızlığına tahammül edemez, tercüman edasıyla yanaklarımızdan süzülürken… Dîde gîryân, sine biryân.
Ârî duyguları yakalamakta zorlansa da. Nihayetinde bilemediğimiz ve çoğunu çözemediğimiz. Üzerindeki emanetin ve sorumluluğun esrarını yakalayabildikçe…
Öyle oluyor ki insan kendini meşru olmayan bir tablonun baş karakteri olarak buluveriyor. Layuhti olmadığımız için şaşkınlıkla karışık bir korkuyla idrak etmeye çabaladığımız kendimiz. Lâzım olan o an sendelemiş ruh hâlimizin bir an evvel çığlıklarının duyurulma çabasıdır sanki. Arızalanmış olmaktan arınabilmektir hemen tüm hücrelerimizin can attığı.
Şu kadarı da var ki lakayt olmadığımızın ibresindedir, bunun da farkında olabilmek. Gaflet perdeleri kapanmaya, inmeye ramak kalmışken. Ardı sıra iliştirilecek isyanın… Zayıflığın numunesi olmuşken nur-u mücessem olmayı kasıttan başkası değildir aslında.
Ama arşivimiz sayısız denenmiş ve arz-ı hacetle noktalanmış hâllerle lebaleptir. Ömrümüzün o anına kadar biriktirdiğimiz ne varsa zihnimizde ne çağrıştıysa…
Sıradağlar gibi duran imkânsızlıklara meydan okuma cesaretini bulabilen yegâne varlığımız gibi.
Şu zamana değin ne yaptığının, hayatının nereye gittiğinin ve neye-nasıl tepkiler verdiğinin… Bakarız ki yollar yokluklarla, fersiz tecrübelerin yetersizliğinde, kasır fehimin dûçarlığında… Şimdide kalmaya devam etmiş ve ediyor. Tedariklerimiz tedbir olarak yetmiyormuş gibi bizi dehşete düşürüyor. Heybemizi yokladığımızda tedenninin ciğersiz merdiveninden basamaklar yok olup ayaklarımızı kaydırıyor. Hâlbuki en büyük cenk ve cihadın değişen versiyonu, bir nevi cidal, bir nevi muharebe en küçük dairede iken.
Yaratılıştan gelen asıl mayamızda bulunan. Hakikaten bir anlığına dahi olsa içine düştüğümüz cifeden bizi kurtaracak olan. Cahilliğimizi ört bas edip, ciddi ciddi bizi azade edecek. Cihana değer cinsten. Sahiden ve yapmacıklıktan uzak. Her zorluktan sonra geleceği ahdedilen kolaylıktan… Ferah bir sabaha…
Yegâne medete. Günden güne iyileşecek bir yevmiyenin tek bidayeti. Ardı zaten baştanbaşa rahmet.
Yaban otlarından temizlenmiş misk kokan toprağında…
İlticadır en iyi ilâç ve duadır bize yâd edilen… “Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerîm zât var; on bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’ der.”1
Dipnot
1- Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Fihriste-i Mektubat.
(Bizim Aile dergisi, Şubat 2025 sayısından alınmıştır.)