Bugünkü embriyoloji ilminin tesbitleriyle Kur’ân ve hadisi karşılaştıran Kanadalı Profesör Keith L. Moore şunu söylemektedir: “Kur’ân âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmıştır. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’ân ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”
—Dünden Devam—
Prof. Dr. Keith L. Moore, neşrettiği bu ilmî makalesinde, Kur’ân ve hadisten embriyoloji mevzuunda tesbit ettiği mu’cizelere şöyle işaret ediyordu: “Embriyoloji mevzuundaki ilk çalışmalar, bildiğimiz kadarıyla M. Ö. 4. asırda yapılmış ve gelişen civciv embriyonları incelenerek mukayeseli bir neticeye varılmak istenmişti. Bu çalışmanın üzerinden geçen yaklaşık 2000 yıl boyunca embriyolojide dikkate değer bir gelişme görülmedi. Ve mikroskobun 17. yüzyılda keşfedilmesiyle insan hücresindeki embriyolojik safhalar belirlenmeye başladı. Birkaç yıl boyunca Kur’ân ve hadisler üzerinde çalışma yaparak insanın embriyolojik gelişmesini inceledim ve 7. yüzyılda insanlığa gönderilen bu ilâhî kitaptaki ilmî hakikatlerle tam uyum gösteren bilgiler karşısında şaşırıp kaldım.
Şimdi Kur’ân’dan seçtiğim âyetleri, embriyolojideki son gelişmelerin ışığındaki bilgilere dayanarak ele alacağım.
İnsanoğlunun ana rahminde devreler halinde geliştiği, bir fikir olarak 1942 yılında ortaya atılmış, ancak, bugün de geçerli olan son bilgiler, 1974 yılında herkes tarafından kabul edilmiştir. Halbuki, Kur’ân, Zümer Sûresi 6. âyette mealen: “Allah sizi tek bir nefisten yarattı, sonra da ondan eşini yarattı. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi de annelerinizin karınlarında üç katlı karanlık içinde çeşitli safhalardan geçirerek yaratıyor. İşte bu yaratıcı, Rabbiniz Allah’tır. Mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) çevriliyorsunuz?” demek suretiyle, insanın gelişmesinin üç karanlık bölgede cereyan ettiğini açıkça belirtmektedir. Embriyoloji biliminin son tesbitlerine tam olarak uygunluk gösteren bu bölgelerden birincisi rahim duvarı, ikincisi annenin karın zarı, üçüncüsü ise, birleşik embriyo ve kroyonların meydana getirdiği amniyokoriyonik membran’dır. Bu üç anatomik bölge, embriyonu dış tesirlerden ve zararlardan korur. Mü’minûn Sûresi 12-14. âyetleri ise, ilk haftalardaki gelişmeleri dile getirirken insan embriyosunun da eksiksiz bir tarifini yapıyor ve onun “tırmanan sülük” gibi bir şekilden, bir çiğnemlik ete döndüğünü ifade ediyordu. “Biz insanı çamurdan, bir sülâle’den yarattık. Sonra onun neslini sağlam bir karargâh olan dölyatağında dökülmüş su yaptık. Sonra o dökülmüş suyu kan pıhtısı, bu kanı da bir çiğnem et yaptık. O bir çiğnem etten kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık. Allah; bilgide, güçte ve kuvvette pek yücedir, yaratanların en güzelidir.”
Bu âyetleri ilk önce anlamamış olmamıza rağmen, insan embriyosunun 24. gün sonunda aldığı şekli Arap sülükleriyle karşılaştırdığımızda, hayret içinde kaldık. Embriyonun bu hali, sülüklere son derecede benziyordu. Ve bu dönem alakanın lügat manalarından biri olan “tırmanan sülük” ifadesine uygun olarak, embriyonun rahim duvarına tırmandığı dönemdi.
Asırlar boyunca, insanın ufak bir modelinin erkeğe ait spermler içinde bulunduğuna ve bunun ana rahminde hiç değişmeden büyüdüğüne inanıldı. Benzer şekilde diğer bir grup da anne yumurtasında bir insan modelinin bulunduğunu ileri sürüyordu. Yani asırlar boyunca, sperm ve yumurta hücreleri birbirinden ayrı olarak ele alındı. Embriyolojide insanın zigot denilen tek bir hücreden yaratıldığını, bunun da yumurta hücresinin döllenmesiyle meydana geldiğini, ancak 18. yüzyılda Spallanazani tarafından yapılan deneyler neticesinde öğrendik. Halbuki Kıyame Sûresi’nin 37. ve Secde Sûresi’nin 8. âyetleri bu keşiften tam on bir asır önce, “Nutfe” olarak bahsedilen zigotun nasıl meydana geldiğini belirtiyor, Abese Sûresi’nin 19. âyeti ise, zigotun gelişmekte olan insanoğlunun özelliklerini ve onun hayat programını taşıdığını açıkça anlatıyordu. 19. yüzyılın sonlarında keşfedilen bu durum, Kur’ân tarafından asırlar öncesinden belirtilmişti ve işin enteresan tarafı bu âyetlerin o asrın insanları için bile rahatlıkla anlaşılabilecek şekilde olmasıydı.
Spermin, döllenmeyi sağlayan faktör olduğu son asırlarda keşfedilirken, Kur’ân âyetleri döllenmeyi, tarif etmekle kalmamış ve spermin özelliklerini de ortaya koymuştu. Dışarı atılan milyonlarca spermin ancak çok küçük bir bölümünün yumurtanın beklediği rahime ulaşabildiği ve bunlardan sadece bir tanesinin yumurta hücresi ile birleştiği 18. yüzyılda keşfedilmişti. Halbuki, Allah, Kıyame Sûresi’nin 37. âyetinde “O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi?” ve Secde Sûresi 8. âyetinde “Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir” denilerek 1200 sene öncesinden insanın bu yaratılış safhasını açıklamış bulunuyordu. Bununla alâkalı bir hadiste de, her meniden çocuk olmadığı açıkça ifade edilmekteydi.
Dr. Moore, mu’cize olarak vasıflandırdığı diğer tesbitlerini de şöyle anlatmaktadır:
Araştırmalara göre, embriyo döllendikten on gün son rahime iner. Sekizinci haftada insana benzer. Rahime gelmesinden 50-55 gün sonra, embriyo her şeyiyle insandır artık. Ancak kulak ve gözler, 4. haftada şekillenmeye başlar. 6 hafta sonra iyice belirgin hale gelir.
Bir hadiste: “(Nutfe meydana geldikten kırk iki gün sonra, Allah (cc) ona bir meleğini gönderir, cenine karakterini aşılar, duyularını (göz ve kulak gibi) yerleştirir, etini, kemiğini yaratır ve melek “Allah’ım” diye sorar. Bu erkek mi, dişi mi?” buyrulur. Peygamber (asm) kelâmında, ancak 1100 sene sonra ilmen ispatlanabilecek bir hadisenin günleri aynen verilerek tarif edilmesi, acaba “mu’cize”den başka hangi kelimeyle ifade edilebilir?
Bu hadiste bir incelik daha vardır. Melek, Rabb’ine niçin bebeğin cinsiyetini sormaktadır? Bu sorunun cevabına, bugünkü ilmî bilgilerle bakıldığında hayret vericidir: Çünkü kırk ikinci güne gelinceye kadar, ceninin eti, kemiği tamamlandığı, karakteri ve duyuları yerleştiği halde, cinsiyeti henüz belli değildir ve hadiste bu durum 1200 sene önce, harika bir şekilde bildirilmiştir.
Kur’ân, ayrıca insan blastosistine ait bir işleme de implantasyon, (yani ekme işlemi) açıklık getirmektedir. Bakara Sûresi’nin 223. âyeti: “Kadınlarınız sizin için bir tarladır...” demek suretiyle blastosistin rahimdeki durumunu, toprağa atılan tohuma benzetir. Bu âyet de çok mânidardır. Çünkü, toprak tohumu örttüğü gibi, rahmin epidelyumu da ona asılan blasosisti örter. Ve blasosist, hemen ardından beslenmek maksadıyla kroyonik villi (chorionic villi) adı verilen lifçikleri meydana getirir. Aynen tohumların, toprak içindeyken beslenmek için çıkardıkları kökler gibi...
Dr. Moore, kendisini hayrete düşüren bir başka tesbitini de şöyle anlatıyor: “Daha önce verdiğimiz Kur’ân âyetleri, insan embriyosunun dört haftalık şeklinden, neden “bir çiğnemlik et” (mudga) olarak bahsetmektedir? Kur’ân’da “mudga” kelimesiyle ifade edilen bu 4 haftalık embriyonu incelediğimizde, üzerinde tesbihimsi bir yapı meydana geldiğini ve bu yapının görünüş olarak, diş izlerine benzediğini, hayretle gördük. Dört haftalık insan embriyosunu plastikten bir modelini yaptık ve ağzımızla çiğneyip diş izlerimizi bıraktık. Meydana gelen şekil, hakikî embriyoya fevkalâde derecede benziyor ve Kur’ân’ın bu safhadaki embriyodan niçin “mudga” (bir çiğnemlik et) olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu. Bir çiğnemlik et hakkında Kur’ân’da verilen bilgilerle, bugünkü embriyolojik çalışmaların neticeleri arasındaki uygunluk bundan ibaret de değildir. Mü’minûn Sûresi’nin 14. âyetindeki “... O bir çiğnem ette kemikler yarattık. Kemikleri de et ile örttük. Sonra onu başka bir yaratılışta yaptık.” “Mudga”da meydana getirildiği bildirilen bu gelişmeler, yapılan embriyolojik çalışmalar neticesinde de aynen âyetin ifadesindeki gibi tesbit edilmiş; hatta beyin ve kalp gibi organların da bu safhada teşekküle başladığı görülmüştür.”
Bugünkü embriyoloji ilminin tesbitleriyle Kur’ân ve hadisi karşılaştırarak Kur’ân ve hadislerdeki mu’cizelere hem basın toplantısıyla hem de kitaplarla dikkati çeken Kanadalı Profesör Keith L. Moore bu mevzuda son olarak şunu söylemektedir: “Kur’ân âyetlerinin ve hadislerin açıklamalarının bugünkü müsbet ilimlerle de doğrulanmış hakikatlarını, bilgimin artmasıyla daha iyi değerlendirebileceğimi zannediyorum. Din ile ilim arasında yıllar boyu bırakılan mesafenin, Kur’ân ve hadislerin hakikatlerinin anlaşılması ve anlatılması ile kapatılabileceğine inanmaktayım.”
Prof. Dr. Keith L. Moore’un Müslüman olup olmadığını bilmiyoruz. Eğer Kur’ân ve hadislerde, profesörlük mevzuu ile alâkalı bu mu’cizelere sadece ilmî perspektifle bakmakla iktifa edip bunun ilerisine geçememişse ve iman edip Müslüman olamamışsa, bu onun meselesidir ve dünyadaki kulluk imtihanıdır. Onun bu delillere rağmen iman etmemesi, bizim imanımıza bir zaaf getirmez. Aksine “En kat’i hakikat odur ki, düşmanları dahi onu tasdike mecbur olur” kaidesiyle, bağlı olduğumuz iman hakikatlerinin hakkaniyetini İslâm düşmanı bile olsa tasdikiyle imanımıza kuvvet vermiş olur.
Mü’minlerin, Allah’a (cc), İslâm’ın hak din olduğuna, Kur’ân’ın Allah’ın (cc) kelâmı, Peygamberimizin (asm) Allah’ın (cc) rasulü, bize gönderdiği elçisi olduğuna inanmak ve bu inancını arttırmak için aslında Kanadalı bir profesörden ders almaya da ihtiyacı yoktur. Çünkü gerçek bir mü’min, Kur’ân’ın “En hakikî mürşid” olduğuna inanır.
Daha önce bahsettiğimiz, Bakara Sûresi’nin 28. âyetinde, hayatın ne olduğu, nasıl meydana geldiği sorularının cevabı verilirken; aynı zamanda insanın nereden geldiği, nereye gittiğine dair en mühim soruların cevabı da verilmektedir. Bu âyet, hayatın Allah tarafından verildiğini, bu dünya hayatındaki ölümün zamanın geçmesiyle değil Allah tarafından husûle getirildiğini, bu dünyadaki ölümden sonra âhirette yine Allah tarafından ikinci defa hayat verileceğini haşir ve kıyamette tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıtların birbirinden ayrılacağını, sebepler ve vasıtaların da ortadan kalkacağını, ortadaki perde ve örtü kalktıktan sonra, herkesin Sâni’ini göreceğini ve hakîki Mâliki’ni bileceğini de vermektedir. Her bir kelimesi hayatın ve insanın ne olduğuna, insanın nereden gelip nereye gittiğine, bu dünyadaki vazifesinin ne olduğuna dair çok mühim hakikatleri çok kısa ve veciz olarak insana bildiren bu âyeti mealen tekrar okuyalım: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatınız yoktu; O size hayatı verdi; sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir; sonra ona rücu edip gideceksiniz.” (Bakara, 28). Elbette, biz de bütün bunlardan sonra şöyle demeliyiz: “Bu, kendisinde şüphe olmayan bir kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” (Bakara, 2)