Ölüm meleği olarak Hz. Azrail’in (as) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin duyulmamış olması, hayat ile kudret-i İlâhiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir.
Meşhur bir Batılı romancı “Hem insan olmak hem de hayatı hayvanlardan daha az anlamak, ne hazin şey” demiştir. Hayatı hayvanlardan daha az anlamak, biz insanlara büyük bir hakaret gibi gelse de maalesef insanların ekseriyeti bu durumdadır.
“Hayat görüşüm”, “Bana göre hayat” “Hayat felsefem” gibi bilgiçlik taslayan iddialı girişlerle söylenenler, umumiyetle “Hayat nedir?” sorusuna cevap verebilmekten çok uzak kalmaktadır.
Bu meselenin üzerinde sathî kalmaktan çıkıp derinine inmeye çalıştığımızda, ilk anda bize ağır ve haksız olarak yapılmış bir hakaret gibi gelen o Batılı romancının sözündeki hakikat payını, yavaş yavaş kavrar gibi oluruz.
Yaşadığı halde yaşadığından gafil olmak, insan gibi en mütekâmil ve şuurlu canlılar için hakikaten çok hazin değil midir? Peki, nedir bu hayat?
İsterseniz bu mühim mesele hakkında biraz imâl-i fikir edip derinine nüfuz etmeye çalışalım:
İlköğretimden itibaren okullarda ders olarak verilen “Biyoloji”, “Hayat Bilimi” manâsındadır. Okul eğitimi sisteminde lise, yüksek okul, üniversite ve üniversite üstü (lisans üstü) seviyesinde yazılmış biyoloji kitaplarını incelerseniz, ismi “Hayat Bilimi” manâsına gelen bu bilim alanının en evvel yapması icap eden “hayatın mahiyetini açıklamak” işini yapmadığını görürsünüz. Bugün dünyanın her tarafında bulunan binlerce biyoloji profesörüne “Hayat nedir?” sorusunu sorsak, hiçbirinden bu sorumuzun tatminkâr bir cevabını alamayız. Bize hayatın ne olduğunu açıklamak yerine, ancak hayat sahibi, yani “canlı” olmanın emarelerinden, tezahürlerinden bahsederler.
Bir bilim alanında en yüksek akademik ünvanları taşıdığı halde, o bilim alanının adının tatminkâr bir açıklamasını bile yapamamak, hayret edilecek bir husustur. Diğer bilim alanlarında (fizik, kimya, jeoloji...) bu hal görülmez. O bilim alanlarının adının manâsı, mahiyeti, daha ilköğretim seviyesindeki kitaplarda bile açıklanabilir.
Biyoloji, hayat bilimi manâsına geldiği halde, bu bilimle meşgul olanların en başta yapmaları icabeden hayatın mahiyetini açıklayamamaları, hatta bilimsel açıklama yapmayı bir tarafa bıraksak, hayatın mahiyeti hakkında medar-ı bahis olabilecek bir felsefi görüşün bile şimdiye kadar ortaya konulamaması, “Hayat nedir?” sorusunu fevkalâde alâka çekici hale getirmektedir. Madem hayat, en alt mertebesi kabul edilen bitki hayatından itibaren hayvanların hayatı ve insanların hayatı şeklindeki daha yüksek mertebeleriyle binlerce yıldır var olduğu halde, bunun mahiyeti hakkında şimdiye kadar insanların fenleri ve felsefeleri bir açıklamada bulunamamıştır. Bu hal, hayatın inkâr edilemez hakikatının açıklamasını fenlerin ve felsefenin dışında aramaya bizi mecbur bırakmaktadır. Fenlerin ve felsefenin dışında, hayatın açıklamasını sorabileceğimiz de sadece din vardır. Din, nakle dayanır. Semavî dinler, Allah’ın (cc) peygamberleri, suhuf ve kitapları ile bize bildirdikleridir. Bunların arasında en son, tahrif edilmemiş, en mükemmel ve kıyamete kadar baki kalacak din olan İslâmiyet, Kur’ân âyetlerinde hayatın mahiyetine de açıklama getirmiştir.
Allah (cc); “Yuhyî”, yani “hayatı veren”dir. Hayat; hakikatlerin en şereflisi, en temizi, en büyük nimet, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesi, dışı da içi de iki yüzü de lâtif olduğundan, insanlara hoş gelmeyen hiçbir çirkin tarafı bulunmadığından, Allah (cc) “Yuhyî” sıfatını tecelli ettirirken, insan aklının nazarında, kudret elinin perdecisi olarak Sâni’i gizleyecek sebebleri, vasıtaları araya koymamıştır. Bu sebeple, başta biyoloji (hayat bilimi) olmak üzere, nakle dayanmayan fenler ve felsefeler, hayatın mahiyetini açıklayabilmek için bu açıklamalarını dayandırabilecekleri sebepler ve vasıtalar bulamamakta, bundan dolayı da hayatın mahiyetini açıklayamamaktadır.
Allah’ın (cc) diğer bir sıfatı olan “Yumît” “mevti (ölümü) veren” manâsındadır. Ölümün ekseriya zahirî yüzü insanlara hoş gelmediği için Allah (cc) hakikatte öldüren kendisi olduğu halde, insan aklının nazarında kudret elinin perdecisi olacak ölüm sebeplerini ve bu sebeplerin de üstünde dört büyük melekten biri olan Azrail’i (as) ölüm meleği olarak vasıta kılmıştır. İnsanlar bir akraba veya dostlarının ölümü halinde büyük ekseriyetle bu sebepler ve vasıtalara takılırlar ve Allah’ın (cc) izzet ve azametine karşı bir söz söyleyene pek rastlanmaz. Ölüm için bin bir sebep ve vasıta vardır: Çeşitli hastalıklar, yaşlılık, çeşitli kazalar, harpler, darbler ve kendisi de Allah’ın (cc) öldürme fiilîne perde olan Azrail (as)…
Hayatı veren de ölümü veren de Allah (cc) olduğu halde, hayatı verirken insan aklının nazarında perde olacak hiçbir sebep ve vasıta koymayıp, ölümü halk ederken ise çeşitli sebep vasıtaları insan aklının nazarında perde yapması, Allah’ın (cc) hikmetidir. Hayatı veren de, hayatı alıp ölümü veren de hakikî fail Cenâb-ı Hak olduğu halde. Ölüm meleği olarak Hz. Azrail’in (as) vazifeli olmasına mukabil, “Hayat meleği” olarak bir melek isminin duyulmamış olması, hayat ile kudret-i İlâhiye arasında zahirî bir sebep bulunmadığının bir delilidir.
“Ol mâhiler ki, derya içredürler; deryayı bilmezler. (O balıklar ki, denizin içindedirler; ama denizi bilmezler) demiştir, meşhur bir şâirimiz. İnsanlar da hayat denizinin içindedir, fakat hayatı bilmez! Halbuki, “Kaînatın ruhu, nuru, mayası, esası, neticesi, hülâsası hayattır. Hayatı veren kim ise bütün kâinatın Hâlıkı da O’dur. Hayatı veren, elbette O’dur, Hayy ü Kayyûm’dur.”
Hayat, Allah’ın (cc) bize en büyük nimetidir. Dünya hayatı, bize âhiret hayatını kazanabilmek için verilmiş bir imtihan fırsatıdır. Ebedî âhiret saadeti imanla kazanılır; fakat hayat olmadan iman olmaz. Yani, imtihana girilmeden imtihanda muvaffak olunmaz!
İnsanlar umumiyetle gaflettedir; yaşadıkları hayatın kendilerine kimin tarafından niçin ve ne maksatla verildiğini, bu hayatı nasıl yaşamaları icap ettiğini, bu hayattan sonra kendilerini neyin beklediğini bilmeden bu dünyada yaşar ve giderler. Bu, denizin içinde olduğu halde denizi bilmeyen balıkların haline göre, çok daha fazla garip karşılanacak bir haldir. Çünkü, balıklarda şuur yoktur ki, içinde yaşadığı denizi bilebilsin. İnsana ise şuur verilmiştir ve bu şuurla birlikte bunu iyi kullanabilmek mesuliyeti de yüklenmiştir. Verilen her hakkın ve nimetin, bu hak ve nimeti iyi kullanabilme mesuliyetini de yüklemesinin en mühim bir misali; insana bu hayatın verilişiyle yüklenen mesuliyettir, denilebilir. Dünyanın sonu olan kıyametle, bütün insanların imtihanları da tamamlanmış olacak, insanlar yeniden diriltilip haşir meydanında toplanacak, Mahkeme-i Kübrâ’da bütün insanların dünyadaki imtihanlarının neticesi görülecek ve bu büyük imtihanı kazananlar ile kaybedenler tefrik edilecek, ayrılacaktır.
Bütünlemesi ve telâfisi olmayan bu dünya imtihanında “akıllı geçinenler” değil de “hakikaten akıllıca yaşayanlar”ın yapacağı, âkibette kendisine kazanç getirecek şekilde yaşaması, ebedî zararını celbedecek halden uzak kalmaya çalışmasıdır. Yaradan’ını, onun kendisine gönderdiği elçisini, kitabını tanıması; kim olduğunu, nereden geldiğini, nasıl hayat sahibi olduğunu, nereye gittiğini, ölümün mahiyetinin ne olduğunu anlaması ve bu anlayışla yaşamayı, en başta gelen vazifesi bilmesidir. “Hayat nedir?” sorusunun, insanların ortaya koyduğu fenlerde ve felsefelerde bulunmayan cevabını veren Allah’ın (cc) kelâmı Kur’ân, bu cevapla aynı zamanda insanın kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, ölüm ve sonrası ile alâkalı, insanın meraklı suallerinin cevabını da vermiş olmaktadır. Bu âyetlerden biri olan Bakara Sûresi’nin 28. âyeti’nin meali şöyledir: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz. Halbuki, sizin hayatınız yoktu; O, size hayatı verdi, sonra sizi öldürecektir. Sonra yine hayat verecektir, sonra O’na rücu edip gideceksiniz.”
Bu dünyaya kendi isteğiyle geldiğini, bedenini, azalarını, şuurunu, hislerini, hafızasını, muhakemesini ve insan olarak bütün varlık unsurlarını kendisinin meydana getirdiğini iddia edebilecek hiçbir normal insana rastlanmaz; böyle bir iddiada bulunana deli nazarıyla bakılır. İnsan, mevcut bu varlığını kendisi meydana getirmiş olamayacağı gibi, anası-babası, tabiat, tesadüf, kâinat bilinci, vs. de yapmış olamaz. Bu fiilin sahibi ancak tek (Vahid) bir Allah (cc) olabilir. İnsanoğluna, imtihan sırrı icabı, akıl ve iradesi ile bu dünyada bir derece hür ve serbest olmak imkânı tanındığından, bu hür ve serbest oluşu gaflet ve dalâlete sapmak yolunda kötüye kullanabiliyor. Halbuki, Yaratan ne diyor? Onu merak edip onu anlamaya ve yaşamaya çalışması, aklını ve iradesini kullanırken en doğru seçimi olabilir. Dikkat edelim: “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’ân, kâinatı okuyor! O’nu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidâyetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden o dur.” (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler)
«««
1984 yılında, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Histoloji-Embriyoloji Anabilim dalında doçent (şimdi profesör) olan bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Bana, üniversite kütüphanesinden aldığı İngilizce bir embriyoloji kitabının bazı sayfalarını gösterdi. Kitap, Kanada’nın Toronto Üniversitesi Anatomi Bölüm Başkanı ve çeşitli ilim kuruşlarının üyesi olan Prof. Dr. Keith L. Moore’a ait, ismi “Gelişen İnsan” olarak tercüme edilebilecek büyük boy ilmî bir eserdi. Embriyoloji ilmine göre, insanın tek bir hücreden itibaren gelişimini teferruatiyle anlatan bu kıymetli eserin, insan embriyolojisinin tarihçesinden bahseden sekizinci ve dokuzuncu sayfalarında, Ortaçağda insanların fen ilimlerinde terakkilerinin yavaş olduğundan ve ancak Müslümanların mukaddes kitabı Kur’ân’da insanın tek bir hücreden itibaren gelişimi hakkında mühim bilgiler verildiğinden geniş bir şekilde bahseden kısmı, bilhassa dikkati çekmekteydi (Kitabın tam ismi: Moore, K. L; The Developing Human-Clinically Oriented Embryology, 3.rd Ed. Philadel-phia, W. B Saunders Co, 1982).
Bu anabilim dalının dışında olmama rağmen, benden bu mevzuyu işlememi isteyen arkadaşımın isteği üzerine, bir dergide (Eylül, 1984) neşredilen çok kısa bir yazı göndermiştim. Bu yazıda; “Çeşitli fen ilimlerinin tarihî gelişimleri incelendiğinde, araştırma metot ve vasıtalarının bugünküne nisbeten çok daha kifayetsiz olduğu Ortaçağda, insanların umumiyetle daha önceki bilgilerin tahliline dayalı yeni tahmin ve yakıştırmalarla, sonradan yanlışlığı ispatlanan teoriler ortaya atmaktan fazla ileri gidemedikleri görülmektedir. İnsanın ilk 40 günlük nutfe, ikinci 40 günlük alâka ve üçüncü 40 günlük mudga safhalarından geçerek tek hücreden itibaren gelişimine dair 14 asır önce “Ortaçağ” denilen zaman aralığı içinde insanlara nazil olan Kur’ân’da verilen bilgiler, bugünkü modern embriyoloji ilmiyle de teyid ve tasdik edilmektedir” demiştim.
Bu yazımı okuyan, Kanada’nın Toronto şehrindeki okuyucu olan Türkler, kendi şehirlerindeki bu profesörü ziyaret edip meseleyi geniş bir şekilde konuşmuşlar. Bir Kanada radyosunda kendisiyle uzun bir program da yaptıktan sonra, Prof. Moore, “The Gazette” ve “The Globe and Mail” adlı günlük iki gazetede, 22-23 Kasım 1984 tarihlerinde neşredilen sayısında geniş beyanatta bulunmuş, ayrıca ilmî bir makalesinde bu mevzuyu işlemişti.
“Embriyoloji Mevzuunda Mu’cizeler” başlığıyla neşredilen ilmî makalesinde Prof. Moore, Kur’ân âyetlerini ve hadisleri hem orijinal yazılışıyla hem de İngilizce mealleriyle klişeler halinde hazırladığı posterleri basın toplantısında gazetecilere göstererek resim çektirmiş, bunları sayfa ebadına göre küçültülmüş halde ilmî makalesine de koymuştu.