Geçenlerde üst makamlarda göreve başlayan birkaç dindar tanıdığı ziyarete gittik. Bu ziyaretleri yapmak pek kolay olmadı. İlk ziyaretimizde uzun bir bekleyişten sonra makam odasına girebildik.
Makam odasında gülen bir yüzle karşılandık. Makam sahibi, makamın ağırlığından, iş yoğunluğundan uzun uzun şikâyette bulundu. Odasını yeni döşediğini ve çok masraf yaptığını söyledi. Makam sahibi bu makamla dine, dindara ve insanlığa hizmet için geldiğini ve bunu konuşmanın büyük bölümünde ifade etti. Bizde hiç konuşmadan onu dinleyerek çayı içtikten sonra oradan ayrıldık. Birkaç gün sonra yeni göreve başlayan diğer bürokratları da ziyaret gittik. Her gittiğimiz kişi çok zor bir iş yaptığını hizmet için gecesini gündüzüne kattığını ballandıra ballandıra anlattı. Hâlbuki bu makamlara gelmek için çok kapılar çaldıklarını, çok yakın dostları araya koyduklarını konuşmadılar. Makam sahipleri daha sonra bir emir eri gibi onları oraya getirenlere hizmette bulunduğunu bilmeyen yoktu. O temiz, pak yürekler birkaç ay sonra makamlarını kaybetmemek için her yol mubah diyecek duruma geldiler.
Dine, insanlığa hizmet için makamlara gelenler başını yastığa koyduklarında “Ne kazandım ne kaybettim” diye dikenli bir soruyla karşılaşırlar. Bu kafa karışıklığı uzun süre devam eder. Peki, makamdakilerin dine ve insanlığa hizmeti nasıl olmalıdır sorusu tüm dindarların kafasını karıştıran bir soru olmuştur. Bu soru yıllarca bir diken gibi beni de rahatsız etti. Uzun yıllar sonra Hac kuram çıktı. Arafat’a olduğumuz gün dualar ve sohbetlerle güzel verimli bir gün geçirdik. Bize rehberlik eden Muhammed hoca şöyle bir olay anlattı:
“ Hz. Ömer (ra) bir gün Şam’da sınır nöbeti tutan askerleri denetlemeye gider. Denetlemeden sonra komutan sahabe Ebu Ubeyd bin Cerrah’ın çadırında istirahat eder. Vakit öğle olur. Bir asker çadıra gelir Hz. Ömer’e hitaben, “Size askerin yemeğinden mi yoksa komutanın yemeğinden mi getirelim? diye sorar. Hz. Ömer(ra) “Her ikisinden de getirin” der. Asker önce askerin yemeğinden getirir. Yemekte et, et suyu ve tirit vardı. Hz. Ömer, “Bu askerin yemeği, Öyle mi? der. Asker, “Evet!” der. Hz. Ömer, “Bir de komutanın yemeğini getirin bakalım!” der. Asker bir müddet sonra komutanın yemeğini de getirir. Yemekte birkaç parça kuru ekmek ve biraz süt vardı. Bunu gören Hz. Ömer, hüngür hüngür ağlar ve “ Seni bu ümmetin emini diye adlandıran ne doğru bir şey yapmış. Dünya hepimizi değiştirdi, bir tek seni değiştiremedi Ey Ebu Ubeyde” der.
Bu olayı dinledikten sonra ziyaretine gittiğim makam sahipleri tek tek gözlerimin önünden geçti. Makamlara gelindiğinde ne yapmak gerekir diye bir fikrim oldu. Makam sahibi oturduğu koltuğu, giydiği elbiseyi, yediği yemeği, giydiği ayakkabıya kadar çalışanı tarafından mercek altında olduğunu bilmeli. Makam sahibinin her yaşantısı herkes tarafından kayda geçtiğini de bilmeli. En önemlisi Allah tarafından hesabı sorulacağına kayıtsız şartsız uyması gerekir. Makam sahibi, dünyadan ayrıldığında kasasında ne kadar dünyalık bıraktığı en önemli şartlardan biridir.
Çağımızın bir Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman’ın vefatında arkasında bıraktığı bir sepetin içindekileri düşününce dine ve insanlığa hizmetin nasıl olacağının en güzel örneği karşımıza çıkmaktadır.