İhlâs, her amelde hiçbir menfaat gözetmeden Allah’ın rızasını gözetip, neticeye razı olmak; Hak ise; her fiil ve harekâtımızı sırat-ı müstakim olan İslam üzerine bina etmek, aynı zamanda Sünnetullah yani Allah’ın kâinatta koymuş olduğu kanunlara da riayet etmektir.
Mesela, dürüst olmak, yalan söylememek, aldatmamak, sözünde durmak, emanete hıyanet etmemek bir ‘hak’tır. Müslüman olmayan bir tüccar, bu haklara riayet ettiği halde mü’min tüccar bu hakları gözetmez, hile vs ile işini yürütmeye çalışsa, hak, Müslüman olanın elinden çıkar, muvaffak da olamaz. Demek, Müslümanın her hali hak olmadığı gibi inanmayanın da her hali batıl olmayabilir. Bizler İslam’ın hükümlerini yerine getirmediğimiz, ihlâs kuvvetini kaybedip, Hakk’ın yanında ol(a)madığımız için bugün hak dava üzerinde olmayanlar, Müslümanlar üzerinde kuvvet sahibi olmuşlardır. Fakat İhlâs ile çalışanı üstün getirecek olan Allah’tır, kesretin de ehemmiyeti yoktur. Sadece dünyevi amellerde değil, uhrevi amel ve hizmette de hakkı gözetmek önemli bir düsturdur. Çünkü “kuvvet haktadır ve ihlâstadır.” “Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu davayı ispat eder ve kendi kendine delil olur.” (21.Lem’a)
Bediüzzaman Hazretleri, o sıkıntılı dönemde Barla’da yedi sekiz senede yapılan hizmetin, memleketinde ve İstanbul’da yirmi senede yapılan hizmetten daha fazla muvaffakıyet göstermesini, ihlâs ile elde edilen manevi kuvvete dayandırır ki; bugün Risale-i Nur eserlerinin dünyanın çok yerinde okunması ve çoklarını da imana getirmesi, o ihlâsın tezahürüdür.
O döneme baktığımızda, Osmanlı devleti yıkılmış, tekke ve medreseler kapatılmış, dessas komiteler inananları kıskaç altına almış, âlimlerin bir kısmı idam edilmiş, bir kısmı sürgün edilmiş, bir kısmı da baskılara dayanamayıp teslim olmuş. Böyle bir dönemde, Barla gibi kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde, sayıca az olmalarına rağmen, Kur’an’ın sönmez ve söndürülmez hakikatlerinin telif ve neşri hiç şüphesiz ihsan-ı İlahi ve iltifat-ı Rabbanidir.
Küçük bir misali; “Eşref namında on yaşında bir masum çocuğun; köyünü, malını terk edip iki gün mesafeden gelip hiç yazı yazmadığı halde, on gün zarfında Risale-i Nur’u yazmaya muvaffak olması.... elbette hârika bir mu’cize-i rahmet ve bu memlekete hârika bir keramet-i inayet-i Rabbaniye ve Risale-i Nur talebelerine hârikulâde bir ikram-ı İlahîdir.” (Kastamonu Lâhikası)
Elbette,”Bediüzzaman Said Nursi’nin cihanşümul Kur’an ve iman ve İslamiyet hizmetindeki müstesna muvaffakıyet ve zaferinin ve Risale-i Nurlardaki tesiratın sırrı; kendisinin ihlâs-ı etemmi kazanmış olmasıdır.” (Tarihçe-i Hayat) Ve onların muvaffakiyeti ise Üstad Hazretlerinin ifadesiyle, “Evet, azim ve sebatınız ve ihlâs ve ciddiyetiniz, ehl-i dünyayı mağlup etmiş ve ediyor. Yoksa bir tek Tesettür Risalesi’yle yüz yirmi adamı tevkif edenleri, yüz otuz risale ile bir tek adamı tevkif edemediklerinin sebebi, ihlâsınız ve metanetinizdir.” (Kastamonu Lahikası)
Ehemmiyetli bir husus ise; bu sırr-ı ihlâsa binaen, manevi tasarrufları devam eden Hazret-i Ali (r.a) ve Hazret-i Gavs-ı Âzam’ın (k.s), Sikke-i Tasdik-i Gaybi de tafsilatlı anlatıldığı gibi Risale-i Nur ve talebeleriyle alâkadar olmaları, iltifat etmeleri ve inayetkârane manen alkışlamaları. Fakat bu kahraman zatların teveccühü ancak “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercih ederler,” (Haşir süresi, 9) sırrıyla tam ihlâsı elde etmek ve “Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz,” (21.Lem’a) düsturunu hayata geçirmek ile mümkün.
Bu düstur, sahabenin isar hasletini akla getiriyor ki, zaten mesleğimiz, Sahabe mesleği değil mi? O halde ihlâs-ı tammın bir sırrı da isar hasleti diyebiliriz. Bu hasleti, en masum ve zararsız bir menfaat olan, güzel bir hakikati kardeşimizden dinlemek arzusu ile nefse tercih etmekle, hayata geçirebilir, nefis terbiyesi ile birlikte sırr-ı ihlâsa da zarar verilmemiş olur.
(Devam edecek)