Osmanlı İmparatorluğunun batıya yönelme tarihinin 18. yüzyıldan itibaren başladığı kabul edilir. Bu süreci Tanzimat Fermanı ve Meşrutiyet ilânları takip eder.
Bu dönemlerde Rus çarlığı ve Japon İmparatorluğu da Batı medeniyetiyle tanışma sürecine girmiştir. Osmanlı devleti batının ilmini, teknolojisini ve siyasî yapısını almaya çalışırken, aydınlar tarafından değişik tepkilerle karşı karşıya kalınmıştır. Bu tepkilere medrese ve tekke mensuplarının da ortak olmasıyla zihinler tamamen karışık bir hal almıştır. Kimi aydınlar tamamen Batı medeniyetini sahiplenmemiz ve yüzümüzü batıya çevirmemiz gerektiğinden, kimileri de kapılarımızı batıya kapatmamızın lüzumundan bahsetmişlerdir. İşte Bediüzzaman ve onun gibi düşünenler ise, batı medeniyetinin çirkin taraflarını değil güzelliklerini almayı savunmuşlardır. Bediüzzaman medeniyet kazanımında model olarak Japonya modelini nazara vermiştir.
1910’da küçük değişikliklerle “Nutuk” ve 1950’lerde Osmanlıca teksir “Hutbe-i Şamiye” ve “Divan-ı Harb-i Örfi” gibi bazı eserlerine de, “Hürriyet’e Hitap” adıyla aldığı, II. Meşrutiyet’in ilânının üçüncü günü İstanbul’da irticalen irad, sonra Selanik’te tekrar ettiği Hitabe, zamanın bazı gazeteleri tarafından da neşredilmiştir. Haftalık Misbah gazetesinde, ”Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır” başlığı altında, iki bölüm halinde 2 ve 9 Ekim 1908 tarihli sayılarında da yayınlanan bu hitabede1 Bediüzzaman neden Japonlara Medeniyet kazanımında uymamız gerektiğini şöylece ifade eder:
“Ecnebiyede terakkiyât-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız. Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde mehâsin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çirkinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit sû-i talih cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyete kesb ettiğimizden, muhannes gibi (yani kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (yani erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek, kadın gibi süslense muhannesliktir, yakışmaz. Mert ve âlihimmet, zîb ü zîverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.
“Elhâsıl: Zünub ve mesâvî-i medeniyeti, hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edeceğiz. Tâ ki, medeniyetimizin gençliği ve şebabeti, zülâl-i aynü’l-hayat-ı şeriatla muhafaza olsun. Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki, onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mâye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşvünema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zaruridir.”2
Yukarıda alıntıladığımız Üstadın makalesinden tam seksen sekiz sene sonra “Modernleşmede Japon Modeli ve Türkiye” adlı konferansıyla 1996 senesinde araştırmasını sunan bilim adamı Prof. Dr. Mete Tuncoku’nun tespitlerini incelediğimizde Bediüzzaman’ın Japon kalkınma modelindeki ısrarının ne kadar yerinde ve isabetli olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. İşte Tuncoku’nun tespitleri:
“1868-1912 Meiji Dönemi, Japonya’da Batı teknik ve yöntemlerinin, kurumlarının aktarılıp benimsendiği ve hızlı bir sanayileşme ve kalkınmanın gerçekleştirildiği tam bir Aydınlanma Dönemi’dir. Ülke zaten daha önceki dönemlerde (özellikle Edo Dönemi’nde) kalkınma için gerekli sosyo-politik, kültürel ve ekonomik alt yapı kurumlarını ve temellerini gerçekleştirmiştir. Meiji Dönemi ile yapılan, bu temeller üzerine hızlı bir kalkınmanın gerçekleştirilmesidir.
“Meiji Döneminde birçok reform çok kısa süre içinde gerçekleştirilmiştir. Bunların başında eğitimde yapılan köklü değişiklik gelir. Tümüyle çağdaş, akılcı (rasyonel) temeller üzerine dayalı, seküler ve yaygın bir eğitim sistemi kurulur. Yaygın, özünde milli nitelik taşıyan ve uygulamaya yönelik olan bu eğitim sistemi sayesindedir ki kısa süre içinde okur yazar oranı hızla artar. Aynı zamanda dış ülkelere yollanan yetişmiş genç elemanlar, o ülkelerdeki gelişmiş bilim ve teknikleri öğrenip ülkelerine aktarmakla görevlendirilirler. Diğer taraftan hem devlet, hem de özel kuruluşlar aracılığıyla yüzlerce yabancı uzman eleman getirilerek Japonya’nın çeşitli yerlerinde üniversite, fabrika ve araştırma merkezleri kurmakla görevlendirilir. Kendilerine her türlü maddî, manevî olanak sağlanır. İdarî, siyasî ve ekonomik alanlarda bu danışmalardan yararlanılarak köklü reformlar yapılır.
“Bütün bu reformlar yakından incelendiğinde çok zorunlu olmadıkça dışarıdan borç alınmaksızın içte yaratılan sermaye ve yatırımlar yoluyla gerçekleştirildiği dikkati çekmektedir. Aynı durum II. Dünya Savaşı sonrası 1950’lerle başlayan kalkınma hamlelerinde de gözlenmektedir.
“Japonya, millî şuur, ulusal bilinç ya da kimlik konusunu da çok eskiden beri çözmüştür. Ülke etnik bakımdan neredeyse bütünüyle Japonlar’dan oluşur. Tek dil Japonca ve egemen olan din de yerli Şinhoizm ile 7-8. yüzyıllarda Çin’den aktarılıp zaman içinde geliştirilen Budizm’dir. İlginçtir, Japonca’da ‘milliyetçilik’ karşıtı bir kelime yoktur. Onun yerine ‘Japonluk, Japon olmak’ gibi tanımlar kullanılmaktadır. İşte Japonya 1850’li yıllarda dış dünyaya açıldığında böyle bir ülkedir. Millî şuur yanı sıra kalkınmanın en temel koşullarının başlıcaları da gerçekleştirilmiştir. Bu koşulların etkisiyledir ki, sanayileşme ve kalkınma sürecini kısa sürede gerçekleştirmesi mümkün olabilmiştir.
“Japon modermleşmesinin bir diğer özelliği geçmiş ile bugünün ve geleceğin birlikte korunarak geliştirilmesidir. Diğer bir deyişle, yeni bir kurum, değer ya da teknik dışarıdan alınırken, o zamana kadar kullanılan var olan kurum bütünüyle dışlanıp unutulmamaktadır. Yapılan şey, eski kurumun yeni ile birleştirilip geliştirilerek bir süreç içinde yenileştirilmesi ve yaşatılmasıdır. Örneğin; Japon insanının ev yaşamı dün olduğu gibi bugün de yerde geçer. Yerde oturur; yerde okur, çalışır ve gene yerde yatar. Ancak, bu yer yaşamına bugün teknolojinin sağladığı bütün kolaylıklar monte edilmiştir. Örneğin; mangal ile ısıtılan ve bizdeki tandıra çok benzeyen kotatsu, bugün elektrikle ısıtılmaktadır. Gene aynı şekilde neme karşı elektrikli halı, minder ve yatak geliştirilmiş, en yeni izolasyon ve ısınma teknikleri uygulanmaya başlanmıştır. Ama değişmeyen şey geleneksel yer yaşamıdır. Denilebilir ki bu özelliği Japon kalkınmasının hemen her alanında görmemiz mümkündür.”3
Bediüzzaman’ın kalkınmada Japonya modelini en iyi gözlemleyebilen çağdaşlarından birisi de şüphesiz Abdurreşid İbrahim’dir. Fikir adamı, seyyah ve yazar olan Abdurreşid İbrahim Efendi 1857 yılında Sibirya’da doğdu. 1944 yılında da Japonya’da vefat etti. Japonya’ya İslâm’ı getiren kişi olarak bilinir. Önce Rusya Müslüman Türklerini birleştirme çabalarıyla tanındı. Rusya’daki Türkleri Türkiye’ye göç etmeye özendirdi. Bu girişimlerinde büyük ölçüde başarı sağladı. Uzun seyahatlere çıktı ve çok maceralı bir hayat sürdü. Hayatını, Müslümanlığı yaymak için seyahatler yapmaya adamıştı. 1912’de Osmanlı vatandaşı oldu. Seyahatlerini “Âlem-i İslâm” adlı eserinde Osmanlı halkına anlattı; verdiği konferanslar büyük ilgi gördü. “Süleymaniye Kürsüsü’nde” adlı ünlü eserinde şair Mehmed Akif’in halka hitap ettirdiği kişi, Abdurreşid İbrahim’dir. Onun gözlemlerini şiirleştiren Mehmed Akif’le Bediüzzaman’ın "Japon Medeniyeti" konusunda tam bir mutabakatı ve fikir birliği görülmektedir. Yalnız bir farkla: Bediüzzaman, Mehmed Akif ve Abdurreşid İbrahim’den tam dört sene önce bu düşüncelerini ortaya sermiştir. Akif’in Japonları güzelce anlatan şiiriyle yazımızı noktalayalım:
JAPONLAR
Sorunuz, şimdi, Japonlar da nasıl millettir?
Onu tasvire zafer-yâb olamam, hayrettir!
Şu kadar söyleyeyim: Din-i mübinin orada,
Ruh-u feyyazı yayılmış, yalınız şekli: Buda.
Siz gidin, saffet-i İslâm’ı Japonlarda görün!
O küçük boylu, büyük milletin efradı bugün,
Müslümanlıktaki erkan-ı sıyanette ferid;
Müslüman denmek için eksiği ancak tevhid.
Doğruluk, ahde vefa, va’de sadakat, şefkat;
Acizin hakkını i’laya samimi gayret;
En ufak şeyle kanaat, çoğa kudret varken;
Yine ifrat ile vermek, veren eller darken;
Kimsenin ırzına, namusuna yan bakmayarak,
Yedi kat ellerin evladını kardeş tanımak;
“Öleceksin!” denilen noktada merdane sebat;
Yeri gelsin, gülerek, oynayarak terk-i hayat,
İhtirasat-ı hususiyyeyi söyletmeyerek,
Nef-i şahsiyi umumunkine kurban etmek...
Daha bunlar gibi çok nadire gördüm orada.
Ademin en temiz ahfadına malik bir ada.
Medeniyyet girmiş yalınız fenniyle...
O da sahiplerinin lahik olan izniyle.
Dikilip sahile binlerce basiret, im’an;
Ne kadar maskaralık varsa kovulmuş kapıdan!
Garbın eşyası, eğer kıymeti haizse yürür;
Moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür !
Gece gündüz açık evler, kapılar mandalsız;
Herkesin sandığı meydanda, bilinmez hırsız.
Ya o mahviyyeti insan göremez bir yerde...
Togo’nun umduğumuz tavrı mı vardır? Nerde...
“Gidelim!” der, götürür! sonra gelip ta yanıma;
Çay boşaltırdı ben içtikçe hemen fincanıma.
Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada;
Sâde, Osmanlı’ların gayreti lâzım arada.
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler,
Ulema, vahy-i İlâhiyi mi bilmem, bekler?
Mehmed Akif
(Safahat, Yeni Asya Neş., 2007, s.153-154)