18 Haziran 2012, Pazartesi
Bediüzzaman Rusya’dan esaretten döneli henüz beş ayının dolmasına beş gün kala, Osmanlı Devleti ve İtilaf Devletleri arasında Mondros Ateşkes Antlaşması ile I. Dünya Savaşı’nın bu ülkeler arasında sona erdiğinin ilân edilmesinin ardından 13 Kasım 1918’de Osmanlı’nın başkenti İstanbul resmen işgal edilmişti.
İşgal güçleri başta İngiltere, Fransa ve İtalya devletlerinden oluşmuştu. İşgalden on iki gün önce 1 Kasım’da İttihat ve Terakki kendini lağvetti. 2 Kasım’da Enver, Talat, Cemal paşalar yurtdışına kaçtı. 6 Kasım’da Boğazlar silahsızlandırıldı. 7 Kasım’da işgal güçleri Çanakkale Boğazı’ndan geçti ve Osmanlı’nın başkenti İstanbul’a ulaştı. 13 Kasım 1918’de müttefiklerin 55 parçalık gemilerinden İstanbul’a 3500 asker çıkarıldı. İngiliz Albayı Muerpi İstanbul’a geldi. İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, bu güçleri takip etti. 465 yıllık başkente ilk kez yabancılar askeriyle giriyor, millet esaretle tanışıyordu.
23 Kasım 1918’de Ahmet İzzet Paşa yeni hükümeti kurdu. İtilaf devletleri halkın tepkisini çekmemek ve işgalin haklılığını kanıtlamak için aşağıdaki bildiriyi yayınladılar.
1- İşgal geçicidir.
2- Padişahlığı ve halifeliği korumak ve güçlendirmek için işgaller gerçekleştirilmiştir.
3- Azınlıklara yönelik bir katliâm başlarsa İstanbul Türklerden alınacaktır
4- Herkes padişahlık makamının İstanbul’dan vereceği kararlara uyacaktır.
18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı’nda müttefikler Ermenistan, Suriye, Irak, Filistin, Arabistan’ın Osmanlı’dan ayrılmasını kararlaştırdılar. Yunanistan ise, Bandırma civarından Akdeniz bölgesi Kalkan’a çizilecek bir çizginin batısında kalan toprakları istiyordu.
10 Ağustos 1920’deki anlaşma Sevr’de yapıldı. Sevr, Karahisar mebusu Nebil Efendi’nin dediği gibi “Boşuna yorulmuşlar, Türkiye’yi yok diyeydiler, daha iyi ederlerdi” dedirten ve Türkleri yok etmeyi amaçlayan yüzlerce maddeden oluşan bir anlaşmaydı.
Bediüzzaman işgalden üç ay önce 18 Ağustos 1918 tarihinde Ordu-yu Humayun’un tavsiyesiyle Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine atanmıştı. İşgalin ilk aylarında o görevini yürütürken İstanbul’un işgaline ait ilk tespitleri şöyle: ”Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı suâl soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.’
Ben dedim: ‘Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim. Şimdi diyorum:
Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükümetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.” (Mektubat, sh.405)
İşgalin başını çeken İngilizler, işgalde yaptıkları zulüm ve baskı yetmiyormuş gibi Bediüzzaman’ın ifadesiyle daire-i diniyeleri olan yani resmi kiliseleri olan Anglikan kilisesinin mağrurene tavırlarıyle karşılaşır. Anglikan Kilisesi, İngiltere‘nin sosyal, politik ve dini hayatına yön veren önemli bir kurumu olarak kabul edilir. İngiltere‘nin gerek kendi iç meselelerinde gerekse uluslararası ilişkilerinde kilise söz sahibidir. İşte bu kilisenin başpiskoposu Sir Rondela, Müslümanların morallerini bozmak için altı soru hazırlar ve Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye gönderir. Bediüzzaman basın yoluyla kendi ifadesiyle susturucu cevabını verir ve kilise tarafından sorulan altı suale karşılık altı tükrük manasında verdiği makul ve sert cevapları, onun derece-i cesaret ve kemalat ve şecaatini fiilen göstermektedir. O zor ve sıkıntılı günlerde basın üzerinden verdiği büyük mücadele kayda değer.
‘Mütareke basını’ tabiri, Mondros Ateşkesi sonrasında basının büyük kısmının Millî Mücadele’ye karşı olduğu önyargısı ile söylense de, esasında meselenin yanlış bilinen tarafları vardır. Zîrâ yukarıda adını verdiğimiz gazetelerin hâricinde İstanbul basını Millî Mücadele’ye destek vermiştir. Hattâ işgal günlerinde sansürün el verdiği ölçüde ‘Akşam’, ‘Tasvir-i Efkar’ ve ‘Tanin’ gazeteleri tarafından Anadolu’daki direniş hareketini savunan ve takdir eden yayınlar yapılır. Meselâ Tanin gazetesinde bu minval üzere yazıları neşredilen insanlardan biri olan Bediüzzaman Said Nursi, gayet cesur bir üslûpla kalemini bir kılıç gibi kullanır. İşgal altında tutulan bir şehirde yazılarında, “Tükürün İngiliz lâininin (lânetli) hayâsız yüzüne / Ey ekpekü’l-küpekâdan tekellüp etmiş (köpeklerin en köpeğinden köpekleşmiş) köpek” diye ağır ifadeler kullanır. Bediüzzaman’ın, ‘Hutuvât-ı Sitte’ adlı risalesini gizlice matbaalarda tabedip dağıttırması, İstanbul kamuoyundaki İngiliz aleyhtarlığının kuvvetlenmesine ve İngiltere lehinde yapılan propagandanın tesirini gün geçtikçe kaybetmesine zemin hazırlar. Hem telif ettiği Hutuvât-ı Sitte risalesi, hem de Tanin gibi gazetelerde neşredilen makaleleri, onun İngilizlerin aleyhinde olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu faaliyetleri üzerine İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığınca ölü veya diri ele geçirilmesi için emir verilir; fakat İngilizler onu yakalamayı başaramazlar.
Anadolu’daki Millî Mücadele hareketini destekleyen Bediüzzaman Said Nursi, İstiklâl Savaşı ve Kuva-yı Millîye aleyhine, İstanbul’da hükümet çevrelerinin ve İngilizlerin baskısıyla kaleme alınan fetvaya mukabil, devrin gazetelerinde bir fetva yayımlar. Fetva için ‘iki tarafı dinlemenin zaruretine’ işaret ederek, hürriyet mücadelesi veren Anadolu tarafının da dinlenmesi gerekliliğini dile getirir. Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi’nin Millî Mücadele aleyhindeki fetvasının, esaret ve baskı altında verildiği için geçersiz olduğunu belirtir. Doğrusu Bediüzzaman’ın, siyasî baskı altında olan Meşihat Dairesi’nin Millî Mücadele aleyhindeki fetvasını esastan bozması, bir ordu ile ancak yapılabilecek çok mühim bir hizmettir.
Makalelerinde İstiklâl Savaşı’nı ‘cihad’, Kuva-yı Millîyecileri de ‘mücahid’ ilân eden, Anadolu’daki direnişi sarsılmaz bir kararlılıkla destekleyip Millî Mücadele hareketinin meşruiyetini ispatlayan Bediüzzaman’ın bu gayretleri, Millî Mücadele merkezinde de takdirle karşılanır. Israrlı dâvetler üzerine gittiği Ankara’da, Büyük Millet Meclisi’nde kendisine teşekkür edilir. Mütareke İstanbul’unda basındaki teslimiyetçi kalemlerin menfî tavrına mukabil, Bediüzzaman’ın o dönemde verdiği mücadelenin ehemmiyeti gün geçtikçe daha iyi idrak edilmektedir. (Murat Duman, Sızıntı-2010/32 sayı)
Bediüzzaman devam eden beş senelik İstanbul işgalinde boş durmamış İngilizlerin aleyhlerinde 1920 senesinde önce Sünuhat eserinin sonunda, sonra da müstakil olarak yayınlayıp dağıttığı Hutuvat-ı Sitte adlı eseriyle İngiliz başkomutanı Amiral John Michael De Robeck’ın hışmını üzerine çeker. O cebbar kumandan, îdam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat, kendisine Bediüzzaman îdam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz’e ebediyen adavet edeceği ve aşîretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine, bir şey yapamaz.
Bediüzzaman’ın hasmı işgal kuvvetleri komutanı Amiral Sir John De Robeck 10 Haziran 1862’de İrlanda’da doğdu. 1875’te Kraliyet Donanmasına girdi. Birinci Dünya Savaşından üç yıl önce Tuğamirallik rütbesiyle taltif edildi. Birinci Dünya Harbinin ilanıyla birlikte emrindeki 9. Kruvazör Filosuyla birlikte Amiral Sackville Carden’in Doğu Akdeniz Filosuna katıldı. Kraliyet Deniz Kuvvetlerinin İstanbulu ele geçirmek amacıyla Çanakkale Boğazındaki müstahkem mevkilere yaptığı saldırılara Amiral Carden’in kurmay başkanı olarak katılan De Robeck, Amiral’in, donanmanın Türk savunması önünde varlık gösterememesi ve Churchill’in kesin sonucun alınması konusundaki baskılarına dayanamayıp rahatsızlanması üzerine 17 Mart 1915 günü Akdeniz Filo Komutanlığına getirildi. Göreve geldiğinin ertesi günü yani 18 Mart 1915’te saldırı planı gereği Çanakkale Boğazındaki Türk Savunmasını çökertip, donanmaya İstanbul yolunu açmak için filoyla boğaz istihkâmlarına saldıran De Robeck, akşama kadar süren bu büyük deniz muharebesinde mağlup olarak Yenilmez Armadaya tarihinin en büyük ve acı yenilgisini yaşattı. 18 Mart yenilgisinin ardından bir daha boğaza bir deniz saldırısı gerçekleştirmeyen Amiral John De Robeck harekâtın geri kalan bölümünde emrindeki deniz gücüyle Gelibolu Yarımadasına çıkan İtilaf Devletleri ordusuna topçu desteği verdi. Kara Harekâtından da bir netice elde edemeyen İtilaf Devletleri güçlerinin Aralık 1915 ve Ocak 1916 tarihlerinde Gelibolu Yarımadasından tahliye edilmesine gemileriyle yardımcı olan Tuğamiral John De Robeck’in rütbesi Tümamiralliğe yükseltildi. 1915 yılında silah zoruyla giremediği İstanbul’da işgalin ardından 1919 yılında İşgal Kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptı. 1922–1924 yılları arasında Atlantik Filosu Komutanlığı yapan Tümgeneral John De Robeck 1928’de hayatını kaybetti.
İngiliz başkomutanı’nın pek bilinmeyen en önemli özelliği de Kemalizm’in isim babalığını yapmış olmasıdır. Kemalizm kavramı ilk kez 1920 yılında İngiliz Yüksek komiseri De Robeck’in bir raporunda şöyle geçmiştir. ”Fransızlar Kemalistlere karşı iyi niyetli görünüyorlar.” Böylelikle, Kemalizm terimi yabancı kökenli bir kavram olarak ilk kez İngilizler tarafından kullanılmıştır. (Demokratik Toplumda İfade Özgürlüğü-Süleyman İnan)
Bediüzzaman Hutuvat-Sitte'nin neşir gereğini eserinde şöyle ifade eder:
“İstanbul’u işgal eden İngilizlerin başkumandanı, İslâm içinde ihtilaf atıp hatta Şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp bir biri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihadçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve Harekât-ı Milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde ‘Hutuvat-ı Sitte’ eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geriye çekilmeyen...” (Şualar, s. 448.)
Bediüzzaman’ın da açık bir şekilde belirttiği gibi İstanbul’da en büyük, en ehemmiyetli ve en tesirli vatani vazifelerden birisi de “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini Eşref Edib’in gayret ve yardımıyla neşretmesidir. Basılan bu eser, işgal altındaki İstanbul’da elden ele dağıtılır. Düşmanın altı adet hatvesini / planını, yani aldatmalarını teşhir eden bu eser gizli basılmış ve matbaa ismi verilmemiştir. (21.10.2010 Milli Gazete, Eşref Edip Bediüzzaman Said Nursi Dostluğu üzerine)
İstanbul’un 16 Mart 1920’de resmen işgal edilmesi asayiş problemine yol açtı. Özellikle müttefik askerleriyle azınlıkların davranışları bu sorunu körükledi; meskenlere el koyuyorlar, Türklere hakaret ediyorlar, değerli eşyalarını gasp ediyorlardı. Ayrıca halkın, bayrak, ezan gibi kutsal değerlerine de saldırıyorlardı. Posta paketleriyle yurtdışına ‘sikke’ ve külçeler halinde altın da kaçırıyorlardı.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması’ndan sonra 23 Ağustos 1923’ten itibaren düşman kuvvetleri İstanbul’dan ayrılmaya başladılar. Son düşman birliği ise 2 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk Alay Sancağı’nı selâmlayarak şehri terk ettiler.
5 Ekim 1923’te şehrin Anadolu yakasına gelen ordumuz, 6 Ekim 1923 günü coşkun bir bayram havası içinde, sevinç gözyaşları arasında ve çiçek yağmuru altında İstanbul’a girdi.
Okunma Sayısı: 5026
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.