Uzun zamandır siyasî iktidarın borazanlığını yapan bir gazetenin bazı çalışanları, her bir bahane ile camiamıza sataşmayı kendine vazife edinmiş.
Hele bir köşe yazarı var ki, âdeta sıtma nöbetine tutulmuş gibi, ara ara bize sataşmadan yapamıyor, edemiyor, duramıyor...
Risâle-i Nur mesleği ve Üstad Bediüzzaman’ın temsil ettiği dâvâ, hakikatte pek umurlarında olmadığı halde, bize yine bu dâvâ üzerinden güya ders vermeyi alışkanlık edinmişler.
Asıl sebep, kendileriyle aynı siyasî görüşte olmadığımız ve siyasî tercihlerimizin birbirinden farklı oluşu. Elli seneyi aşkın süredir bu böyle. Hemen hiç değişmedi.
Demek, siyaset onlar için çok önemli bir mesele. Onlarla aynı siyasî fikir ve tercihte olmadınız mı, her türlü saldırı ve sataşmayı yapmada kendilerini haklı görürler.
Ne tuhaf bir meslek... Onlar siyasî meslekleri icabı bize karşı saldırganca ve rencide edici bir üslûp kullansalar da, biz aynı tarzda bir mukabelede bulunamayız. Bizim kendimize göre ölçü ve prensiplerimiz var. Karşımızdaki din kardeşimiz ise, ona karşı kışkırtıcı değil, bilâkis kavl-i leyyin ve yatıştırıcı bir lisân ile izahatta bulunmaya çalışırız. Aksi halde, din düşmanlarını sevindirmiş oluruz.
*
Tabiî, o siyasî geleneğin bir de geçmişi var. Geçmişte, bilhassa 1950’li yıllarda, o geleneğin şöhretli temsilcileri ile Üstad Bediüzaman arasında bazı temaslar ve fikir teatileri olmuş.
Başını Sebilürreşad ve Büyük Doğu çevrelerinin çektiği Eşref Edib, Necip Fazıl, Cevat Rıfat Atilhan, Osman Bölükbaşı, Osman Yüksel Serdengeçti, Osman Nuri Köni gibi muhafazakâr zatların kurduğu veya kurulmasına öncülük ettiği partiler şunlar: Fevzi Paşa’nın fahrî başkanlığında 1948’de kurulan Millet Partisi (Milletçiler), ardından İslâm Demokrasi Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, 1960’tan sonra Türkeş öncülüğündeki Milliyetçi Hareket Partisi, Erbakan öncülüğündeki Millî Nizam Partisi ile Millî Selamet Partisi.
Cumhur İttifakını teşkil eden Adalet ve Kalkınma Partisi ile Milliyetçi Hareket Partisi, aynı siyasî geleneğin günümüz versiyonlarıdır.
Bu siyasî gelenek, oldum olası dinî ve millî değerleri siyasete âlet etmekle meşhurdur. En büyük sermayeleri budur. Risâle-i Nur’a ve Üstad Bediüzzaman’a olan bakışları da, yine aynı maksada matuftur. Oysa Risâle-i Nur, dünyada hiçbir siyasete âlet, basamak ve tabi olmaz.
*
Bizim bugün itibariyle söyleyeceklerimiz, geçmişte Hz. Bediüzzaman’ın bunlar hakkında söyledikleriyle aynı tarzda olması gerekiyor. Kendimizden bir şey ekleyip çıkaramayız. Aksi halde ölçüyü kaçırırız. Ya ifrata kaçar, ya tefrite düşeriz.
Oysa vazifemiz, kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, yine de vasatta kalarak ve hakkın hatırını âli tutarak hakikati söylemektir.
O hakikat de şudur ki: 1950’lerin başında İslâm Demokrasi Partisi kurulduğunda, Büyük Doğu ve Sebilürreşad çevreleri, Üstad Bediüzzaman ve talebelerinin desteğini talep etmişler. Üstad ise, onlara şu cevabı veriyor: “Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat, siyaset noktasında değil. Çünkü, iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.” (Emirdağ Lâhikası-II)
İşte, meselenin can alıcı noktası burası: Tarafgirlik ve ihlâsın kırılması, en büyük bir hasaret olsa gerektir.
*
Son söz: Üslûp ve ifademizin şiddetlendiği zamanlar ve durumlar için de bilinsin ki, bu şiddet, mütedeyyin şahıslara-zümrelere yönelik değil, belki “istibdat siyaseti”ne karşıdır. İstibdat kimden ve nereden gelirse gelsin, bu böyledir. Değişmez. Diktaya, istibdada karşı “sille” kullanılır; yumuşak bir dil-üslûp kullanılmaz. Kullanılsa, zillet olur, eziklik olur. İzzetli durmak, her zaman için yüksek bir şeref ve itibardır. Neticesi ne olursa olsun.