İslâm Felsefesi’nin Müslüman toplumdan dışlanması ile Kelâm İlminin skolastiğe sürüklenip donuklaşması bir yana, harici kaynaklı bir durum olarak Müslüman Toplumunu etkileyen başka bir husus, 19. Yüzyılın ortalarında ortaya çıkmaya başlayan Şarkiyatçılıktır.
Şarkiyatçılık (Oryantalizm), yükselen modern Batılı ideolojilerin “doğu” kavramını yeniden tarif edişini ifade eder. Doğu halkları ve kültürleri, özellikle İslâm ve Müslümanlar, profesyonel anlamda Batılı bilim adamlarının laboratuvarı haline gelecektir.
Eski dünyada son üç asırdır ilahiyat felsefesinin ve eğitiminin mahiyeti Oryantalizmin etkisiyle değişmiş; klâsik usûl ve yöntemlerin yerini modern felsefe ve kartezyen yöntemin almasıyla çoğu kalıplaşmış kabuller yerini yenilerine bırakmak durumunda kalmıştır.
Merhum Edward Said’in “Doğuyu doğulu’laştırmak (Orientalizing the Orient)” olarak ifade ettiği Oryantalizm; coğrafik bir ‘doğu’ kavramı üzerinden, Müslüman Doğu’nun din, tarih ve kültürünün, modern ve Batılı bir zihinle ve bakış açısıyla yeniden tarif edilmesini ifade eder. Ernest Renan’dan Goldziher’e kadar pek çok oryantalistin çalışmaları buna hizmet etmiştir.
Böylesi bir tarif işine girişilmesinden maksat, her yönüyle Batı’nın menfaatlerine uygun bir doğu kavramı üretilmesidir. Araştırmalar “East-centric (Doğu merkezli)” olarak yapılmakta, ancak sonuçlar “west-centric (Batı merkezli)” bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır; böylece genetiği değiştirilmiş modern bir ‘Doğu’ kavramının ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelmektedir.
Oryantalizm aracılığıyla Müslüman coğrafya hem sömürgeciliğin iktisadî iştahının hedefi haline gelmiş, hem de Modern Batı’nın kültürel engizisyonuna tabi tutulmuştur. Bunlara, Müslüman milletlerin zafiyeti ve Batının, insanlık tarihinin sosyal, siyasal ve teknolojik değişim hızının çok üstünde bir sıçrama göstermesi gibi diğer bazı sebepler de eşlik etmiştir.
19’uncu yüzyıla gelindiğinde Müslüman coğrafyada yaygın eğitim medreseler vasıtasıyla devam ederken; Batı’da klâsik ilim (wisdom/scholarship) kavramının modern bilim (science) kavramı ile ayrışması tamamlanmıştır.
Aydınlanma ve Hümanizm, eski kilise ve manastırlardan dönüştürülmüş üniversite camiasını çok etkiledi. Üniversiteler, kadim olanın tekrarı, öğretimi, eski üstadların metinlerinin şerh ve izah edilmesi demek olan “skolâstik eğitim”den vazgeçmeye başladı. Skolâstik yaklaşımın yerini, mutlak doğruyu kabul etmeyen, vahyi kategori dışı bırakan ve bilinenlerin devamlı surette yeni bulgulara göre tenkide tabi tutulması ile yeni bilgilere ulaşılması demek olan “kartezyen yöntem” almaya başladı. Kartezyen yöntem, bilimleri geliştiriyor kendisi de bilimlerle birlikte gelişiyordu.
Seküler algının, profan bilginin ve nesnel yaklaşımın üniversitede yerleşmesi, başka bir takım unsurlarla birlikte böyle bir süreçle tamamlanmış oldu.
Türkiye Cumhuriyeti kurulur kurulmaz medreseler ortadan kaldırıldı. Batılılaşma uğruna birçok inkılâp gerçekleştirildi. Harf inkılâbı; Müslüman halk ile sahip olduğu kültür ve literatür arasına bir duvar ördü. Bu fetret hali uzun yıllar devam etti. Bu boşluk hengâmında Oryantalist çalışmalar tercüme edilerek üniversitelerimize taşındı. 1960’lı, hatta 1970’li yıllara kadar üniversitelerin ve ilahiyat fakültelerinin en popüler ders ve referans kitapları oryantalist üstatların ortaya koydukları eserlerdi. 1970’li yıllar, bu Şarkiyatçı metinlerin eleştirisini yapmaya başlayan Siyasal İslâmcı düşüncenin yükselişine şahitlik eder.
Kutsalı reddeden bir bakış açısıyla tenkide tabi tutulan İslâmî kaynaklar (özellikle Hadis, Kelâm ve Tefsir kaynakları) üzerinde gerçekleştirilen Oryantalist çalışmalar Osmanlı Aydınını etkilediği gibi Cumhuriyet aydınını da tamamıyla esir aldı. Cumhuriyet döneminde temel İslâmî metinler yerine bu Oryantalist kitaplar üniversite Camiasında referans olarak okutulmaya başlandı. Hem dil hem din eğitimi bu süreçte çok müdahalelere maruz kaldığı gibi b/ilim adamları da uzun süre kendi kültürel kaynaklarından mahrum kaldı.
Oryantalist metinlerin referans alınmaya başlaması başka bir sonuca da yol açtı: Türkiye’de halkın tevarüs ettiği dini yaklaşımlarla ilahiyat camiasının yaklaşımları arasında derin ayrışmalar meydana geldi. Materyalizmle, Tabiatperestlikle, Rasyonalizmle mezcolmuş oryantalist metinler bir ustura gibi işliyor; Kur’ân ve Hadislerdeki derinlikli mecazlar, icaz ve mu’cizeler hurafe ve uydurma damgasını yiyordu.
İşte Bediüzzaman’ın öngördüğü ve “Medresetüzzehra” adını verdiği eğitim modeli Osmanlının son döneminden itibaren kendini hissettiren bu problemi de çözüme kavuşturmaya matufdur. Bu modelde hem modern fen bilimlerinin hem de medrese ilimlerinin beraberce okutulması gerektiği vurgulanır. Böylelikle hem materyalizme mecbur kalan bütün yaklaşımları hem de din eğitiminde skolâstiğe mahkûm olan tekrarcı yapıyı tadil etmek mümkün olabilecektir.
‘Bilim’in nesnel yaklaşımı ile metne dayalı medrese ‘ilim’lerini buluşturmak; ilimle bilimi aynı platformda konuşturabilmek, böylece modern bilim odaklı eğitimin açmazlarını gidermek ve dinî eğitimin dünyaya hitap etmekte yetersiz kalan dilini geliştirmek Medresetüzzehra’nın çerçevesini oluşturmaktadır.
Bir buçuk asırdır Müslüman toplumlarda bir “oryantalist ilahiyatı” oluşmuştur. Bu ilahiyatın özellikle Sünnet ve Hadislerle çarpık bir ilişki geliştirdiği; ümmetin genel yaklaşımlarından ciddî sapmalar gösterdiği gözlemlenmektedir. Yaptığı çalışmalar, verdiği fetvalar çoğunlukla “semavî” olmak yani rıza-ı İlâhiyi gözetmek yerine insanların keyif ve rahatını esas almak manasında “arzî/seküler” olmaktadır. Bu anlamda Medresetüzzehranın hedefleri arasında Oryantalizmin İslâm dünyası üzerindeki meşum planlarını bozacak bir zeminin ümmet içinde oluşması da yer almaktadır.