Artık o nûr sayesinde dünyada iken ahireti görüyordu. Cenneti temaşa ediyor, bazı bölümlerini inceden inceye tasvir ediyor, ümmetini özendiriyordu.
Cehennemi görüyor, Cehennemlikleri müşahede ediyor, ümmetini “ikaz” ediyordu.
Nübüvvet gözlüğü -Allah’ın hususî inayeti ile- o kadar hassaslaşmıştı ki, geçmiş ve geleceğin bazı karelerini gündüz aydınlığında müşahede ediyordu. Meselâ, ümmetinin kendisinden sonra karşılaşacakları “fitneler”i görüyor, büyük üzüntü duyuyor, ümmetini uyarıyordu.
Evet, O (asm) risaleti ve ubudiyetiyle, yani hem Allah’tan aldığı mesajları iletmekle, hem de o mesajları en başta kendisi “kul” olarak yaşamasıyla “nûr saçan bir kandil” haline gelmişti. Onun yanına gelenler, iyi niyetle O'nu (asm) dinleyenler, O'nun (asm) etrafında halka olanlar o nûr ile nûrlanıyor, aydınlanıyorlardı.
Bu hususa Ahzab Sûresi'nin 45 ve 46. Âyetlerinde şöyle işaret ediliyor:
“Ey Peygamber!
Biz seni bir “şahit”, bir “müjdeci”, bir “uyarıcı”, Allah’ın izniyle O’na çağırıcı ve 'nûr saçan bir kandil' olarak gönderdik".
Hz. Muhammed (asm) kendisine bakan yönüyle, peygamberlik öncesinden başlayarak insanlığı ile ciddî tefekkür ve arayış faaliyetlerine girmiş, nebi olduktan sonra da kendisine gönderilen mesajları kul olarak hayatına eşsiz bir surette taşıyarak “nübüvvete” liyakatini göstermiştir.
Allah’a bakan yönüyle ise Allah ezeli ilmiyle Hz. Muhammed’in (asm) bu liyakatini dikkate alarak görevlendirmiş ve onu “nûr saçan kandil” kılmıştır.
Mutlak Nûr olan Allah, Resul-i Ekrem’i öyle bir “nûr kandili” kılmıştır ki, o nûr sayesinde, onun getirdiği, başka bir ifadeyle Allah’ın onun vasıtasıyla gönderdiği nûr ile yani İslâm ile her asırda, yeryüzünün her bölgesinde milyonlarca, yüz milyonlarca kalbi aydınlatmış ve aydınlatmaya devam ediyor!