Yıl 1971, her yıl yaz günleri mutad olarak gittiğimiz İzmir’in Karaburun İlçesine giderken yol üstünde bulunan Balıklıova’da Gerence çiftliği denilen ve bozuk bir yol olduğu için kimsenin gelmediği deniz kenarında küçük çadırımızı kurar ve Risale-i Nur sohbetleri yapar, namazlarımızı kılar, arada denize girerdik.
Bir hafta veya on gün orada kalırdık. Zamanımız dolunca İzmir’e geldim ve her zaman bize yardımcı olan Ataullah Hotamış kardeşin nakliye yaptığı vasıtasıyla beraber kaldığımız yere gidiyorduk. Eşyalarımız çok olduğu için bir vasıtaya ihtiyacımız vardı. Balıklıova’dan Gerence çiftliğine girip o bozuk yolda ilerlerken bir jandarma aracı yolumuzu kesti ve nereye gittiğimizi sordu. Biz de deniz kenarındaki arkadaşlarımızı almaya gittiğimizi söyleyince; “O arkadaşlarınız Balıklıova karakolunda, siz de buyurun.” dediler. Biz de geri dönüp karakola geldik. Kısa sorgudan sonra namaz vakti geldi ve biz denizden abdest alıp namaz kılacağımız zaman yan binadan yaşlı bir teyze balkondan bize bir hasır attı ve namazı o hasırın üstünde kıldık. O anı hiç unutamıyorum. O teyzeden Allah ebediyen razı olsun.
Daha sonra, bulunduğumuz yer üç ilçenin kesişme noktası imiş. Onun için Karaburun, Çeşme, Urla “Adlî müşavirimiz yok.” diyerek bizi kabul etmediler. Çaresiz kalan karakol komutanı en iyisi sizi “Güney saha komutanlığına göndereyim.” diyerek, İzmir Konak’da olan birime gönderdi. Ataullah ile ben beraber kelepçelendik. Diğer arkadaşlar da ikişer ikişer kelepçelenerek İzmir güney saha komutanlığına geldik. Elimizde Risalelerin dolu olduğu çanta ve o sıralarda Hac ve umreye gidenlerin getirdikleri ince seccadeler vardı. Komutanlığa giderken bir deniz subayı bu seccadelerin ne olduğunu sordu. Biz de: “Bunlar suç aletiymiş.” deyince, kızarak: “Yahu bu memlekette seccadeler ne zaman suç aleti oldu?” diyerek, seccadeyi suç sayanlar için galiz ifadelerde bulundu.
Sonra, toplanan personel, Risale-i Nur, Bediüzzaman Said Nursî hakkında çok sualler sordular ve müsbet manada cevaplarını alınca bizleri takdir ettiler ve bizim adlî müşavirimiz yok diyerek bizi kapı dışarı ettiler. Bizi getiren vazifeli, şaşkın bir şekilde yine kelepçelerle bizi Çeşme’ye götürdü ve karakola teslim ederek gitti. Akşam yakın olduğu için nöbetçi subay “Siz masanın yanında oturun, yarın savcılığa çıkacaksınız.” diyerek o da gitti. Şu anda sağ iseler yetmiş yaşlarındadırlar. O kahraman askerler namaz, yiyecek ve yatacak yer için çok yardımcı oldular. Allah onlardan razı olsun.
Ertesi gün savcılığa gittik. Savcı bey bizi çok samimî karşıladı ve “Ben sizi tanıyorum ve biliyorum. Fakat şimdi sizi salsam ben zaten sürgün olarak buraya gelmişim daha ileri süremezler çünkü orası Yunanistan, fakat hiç yoktan mesele yaparlar. Ben sizi İzmir Güney saha komutanlığına göndereyim onlar ne isterse yapsın.” dedi. Biz daha evvel oraya gittiğimizi söylemedik ve kelepçeli olarak insanların garip bakışları altında yine İzmir’e geldik. Saha komutanlığında “Biz size adlî müşavirimiz olmadığını söylemiştik.” diyerek bizi geri çevirdiler. Bizi getiren vazifeli şaşkın bir şekilde bizi bu sefer Urla’ya getirdi. Günlerden cumartesi, nöbetçi savcı denizde. İzmir’den gelen arkadaşlar savcıdan belgeyi alıp nöbetçi hâkimi buldular ve mahkeme başladı.
Hâkim sordu: “Siz orada propaganda yapıyor muydunuz?” Biz de: “Orada kimse yok ki biz de ona propaganda yapalım.”
Hâkim: “Peki, yaz kızım, propaganda yapmadıklarına…”, tekrar sordu: “Peki, ayin yapıyor muydunuz?”
Biz: “Ayin dediğiniz nedir?”
Hâkim: “Yahu hani bu arada dönüp duruyorlar.”
Biz: “Onlar Mevlevî, Konya’da ve her yerde sema yapıyorlar.”
Hâkim: “Yahu şöyle veya böyle ayin yapıyor muydunuz?”
Biz: “Hayır biz sadece kitap okur ve çeşitli müzakerelerde bulunuruz.”
Bunu üzerine Hâkim: “Yaz kızım: Ayin yapmadıklarına…” diyerek bir iki sualden sonra karar alarak; tutuklu olmalarına gerek görülmediğinden mahkeme devam ederek Çeşme adliyesine nakli olarak bitti. Bunun üzerine İzmir’den ge-len arkadaşların vasıtasıyla bütün Risale-i Nurları ve suç aleti sayılan seccadeleri alarak İzmir’e döndük. Aradan bir iki ay geçince Çeşme savcılığı bizden suç aletlerini götürmemizi istediler. Biz de müsaade ettiklerini ve bizde herhangi bir suç aleti bulunmadığını yazdık. Ve bir müddet sonra takipsizlik kararı verildi.
Bu arada avukat Bekir Berk ağabeyle merhum Muzaffer Erdem’in evinde bulunuyorduk. Bekir ağabey deniz macerasını sorunca; biz de bir gelişmenin olmadığını söyledik. Bekir Ağabey: “Evet siz dışarıda, eserler içeride oh ne güzel.” diyerek biraz kızdı. Biz kitapları da aldığımızı ve meseleyi anlatınca, “Yahu bu dava bitmiş. Gel, gel bir sarılalım.” diyerek neşesini belirtti. Diğer ağabeylerle sarıldığım gibi bundan da çok zevk aldım. Allah hepsine rahmet eylesin.