Fikret Bolu'nun “Halk” gazetesinde kaleme aldığı "Laiklik temeldir" başlıklı yazısına denk geldik.
Yazar, laikliği demokrasinin temeli olarak sunuyor ve bu görüş üzerine yeniden düşünmeye başladık. Peki, gerçekten laiklik, demokrasinin temeli olabilir mi?
Laiklik, genellikle “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması” olarak tanımlanır. Ancak bu tanım zaman içinde pek çok farklı şekilde yorumlanmıştır.
Örneğin, "dinî inançlar bireysel ve vicdanî bir mesele olmalıdır" yaklaşımı öne sürülmüştür. Bu anlayış, dinî meselelerin özünden uzak bir bakış açısına dayanır.
Laikliğin kesin tanımı üzerinde mutabakat kurulamamışken bu kavramın “bir toplum modelinin temeli” olarak sunulması ayrı bir problemdir.
Laiklik, Avrupa'da ortaya çıkmış bir kavramdır ve özellikle Hıristiyanlığın dogmatik ve baskıcı yönlerine karşı bir tepki olarak şekillenmiştir.
Bizde ise laiklik, ancak "dini siyasete alet etmeyecek bir hükümet anlayışı" olarak ifade edilebilir. Bu da demokratik hükümetlerdir.
***
Zannımızca, cumhuriyet ile meşrutiyet arasındaki farkın göz önünde bulundurulması gerekir.
Cumhuriyet ve demokrasi (meşrutiyet) birbiriyle bağlantılıdır; ancak birbirlerinin yerine kullanılmamalıdır. Örneğin, İngiltere’de cumhuriyet yoktur ancak bu, o ülkede demokrasi olmadığı anlamına gelmez.
Meşrutiyet “halkın ve monarkın birlikte yönetimi”dir. Mesele son sözü hangi tarafın söylediğindedir.
Meşrutiyet yani demokrasi dairesinde cumhuriyetin ilânı ise, bu tartışmayı bitirir. Zira demokrasi, birinci adamın da seçimle iş başına gelmesi suretiyle takviye edilmiş olur.
Oysa bizde 1923’te başlamış olan şeklî cumhuriyet, 1946 veya 1950 yılına dek, cevher mahiyetindeki demokrasinin neşrine fırsat tanımak istememiştir.
Bizde cumhuriyet, “meclisin (halkın) cumhurbaşkanı seçtiği bir yönetim” olarak doğmuştur. 1877’den ve bilhassa 1908’den itibaren Meclis zaten vardı. Bunun yanında bir de imtiyazlı hanedanın kendi içinden seçtiği padişah vardı. Cumhuriyet’in ilânı ile ülkenin birinci adamı da artık meclis (halk) tarafından seçilecekti. Ama M. Kemal’in kendisini rakipsiz olarak “seçtirdiği” ilk seçimden itibaren bu gerçek bir “çoktan seçmeli seçim” olmadı. Yıllarca Meclis askıda kaldı. Cumhuriyet adı altında tek adam rejimi pekiştirildi.
Yani cumhuriyetin de tek adamları var. Öyle ki istibdada monarşinin tek adamlarından daha fazla hevesli olabiliyorlar.
Dolayısıyla aslolan meşrutiyettir ve demokrasidir. Yoksa adı cumhuriyet olan bir düzende dahi “tek adamlar” yine doğabilir. Tek adamlar rejimi ise istibdat demektir.
***
Dindarların yaşadığı bir ülkede gerçek demokrasi var olduğunda, devletin dinî kararlar almasına gerek yoktur denilebilir. Çünkü halkın iradesi her şeyi belirler. Kanunları millet yazacağından milletin istediği ölçüde dindarca bakış tatbik edilir ve laiklik de dolaylı olarak var olmuş olur. Milletin fertleri ne kadar dindarsa toplumu o ölçüde ahlâklı ve kanunu da o kadar dindarca olmuş olur. İman, hayat, şeriat…
Cumhuriyet, bir yönetim şeklidir; fakat demokrasi ne kadar sağlam olursa, cumhuriyet o kadar anlam kazanır. Demokrasi yoksa, cumhurbaşkanı gerçek bir demokratik yarış sonucu iş başına gelmiyorsa cumhuriyet sadece bir boş kabuk haline gelir.
Cumhuriyetin ismen varlığı demokrasiyi garanti etmez; birçok despotik rejim, cumhuriyet adı altında halkı zorla yönetmiştir ve muhalefete asla tahammül etmemiştir. Bu yüzden, şeklî olan cumhuriyet özü olan demokrasiye muhtaçtır.
Özetle, cumhuriyetin özü olarak demokrasi şarttır. Laiklik ise ancak “demokratik meclis ve hükümet” anlamında ifade edilmelidir.
Eğer Kemalistler, laiklik yerine daha çok demokrasiye vurgu yapmış olsalardı, belki de daha başarılı bir siyasî gelişim izlerlerdi.
Ancak, Kemalistler için, cumhuriyet, üstelik demokrasisiz cumhuriyet olarak, sadece “laiklik elden gidiyor”ken ve laiklik için bir sığınak haline gelmiş ve sürekli olarak ön plana çıkmıştır. Bu sebepledir ki bu dindar millet bu teklifi reddetmiştir ve eder.
Sonuç olarak, biz deriz ki: Yaşasın demokratik cumhuriyetin esasları!