Bin yıldır İslâmiyete omuz omuza hizmet etmiş olan bu iki büyük bahtiyar kardeşi, şimdilerde Kader-i İlâhînin farklı bir tarzda bir araya getirdiğini müşahede etmekteyiz.
Araplar ve Türkler, asırlarca i’lâ-yı Kelimetullahı bütün beşere ilân vazifesini birlikte ifa etmişler. Lâkin dessas İngiliz siyaseti ve Fransa’dan yayılan menfî milliyetçilik propagandaları ile âlem-i İslâmın sertacı olan bu iki hamiyetkâr kardeş milletin arasına nifak tohumları ekilmiş. “Mü’minin ferasetinden sakının” hadisini hatırladığımız zaman elbette ki ehl-i iman bu fitnelerin farkına varmalıdır.
Üstad Hazretlerinin “Kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.” ifadesine göre Arapların Türkiye’ye sığınmasının da bir hikmeti vardır. Zahirî sebeplere bakıldığında zulme maruz kalmışlar, aç ve açık kalmışlar, hayatlarını ve namuslarını tehdit eden unsurlardan ötürü savaştan kaçmışlar, yaşlısı, kadını ve çocuğuyla memleketlerini bırakarak Anadolu’ya sığınmışlar. Görünüşte süper güçler veya siyasîler kendi menfaatlerine göre strateji belirlemişlerdir. Fakat Hikmet-i İlâhî abes iş yapmaz. Bu hadiselerde bir maslahat var. Yıllardır ihmal ettiğimiz kardeşlik bağlarının yeniden filizlenmesi için mevcut durumu İman-Kur’ân hizmetine çevirebiliriz, çevirmeliyiz ve belki de çevrildi.
Mesleği ve istidadı olan Arap kardeşlerimize Avrupa sahip çıkıyor. Geriye kalanlar da inşaatlarda ucuz işçi; fındık bahçesinde, pamuk tarlasında karın tokluğuna çalışan, her köşe başında, her trafik ışığında bir çok Arap kardeşimizi görmek mümkün. Hatta menfî niyetli olanların kötü emelleri için kullandıkları taşeron veya maşa olarak görmekteyiz maalesef. Aç kalırsa, hatta çoluk çocuk açsa insanoğlunun her şeye âlet olma ihtimali var. Rezzak-ı Hakikî kimseyi açlık ile imtihan etmesin. Âmin. Zaten açlıktan ölmek yoktur. Hakikî rızık taahhüd-ü Rabbanî altındadır. İktisat ve kanaat büyük bir hazinedir.
Nur Talebeleri olarak fiiliyatımızla kadere fetva verdirmiş olabiliriz. Elhamdülillah dünyanın ekseriyetinde dershane-i nuriyeler var, müthiş bir iştiyakla Risale-i Nur okunuyor. Fakat Arap kardeşlerimize bu Risale-i Nur hakikatlerini tam götüremedik ki; kardeşlerimiz fevc fevc Türkiye’ye sevk-i İlâhî ile gönderiliyor. Belki de Risale-i Nur’u orijinal dilinden öğrenmek, hangi şartlarda yazıldığını idrak etmek için bir sevkiyat olabilir. Bediüzzaman’ın, kendisine tarihte misli görülmemiş işkencelerin yapıldığı, 23 kere zehirlendiği, 28 sene memleket hapishanelerinde sürgüne yollandığı, tecrid-i mutlakta ölmesi için bırakıldığı, dünya zevki namına hiçbir şeyi olmadığı yıllarda; hamiyetli talebelerinin kendisini Şam ve Hicaz tarafına götürerek oralarda İman Kur’ân hizmeti yapma teklifine verdiği cevap çok manidardır: “Biz îmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz.” (Tarihçe-i Hayat, eski s. 441) İşte böyle diyen bir Üstadın sesini yüz sene sonra Arap kardeşlerimiz işitmiş olmalı. Risale-i Nur müşteri aramaz, ihtiyacı olan onu buluyor. Madem kardeşlerimizle sevk-i İlâhî ile birlikteyiz, bunu iman hizmetine vesile kılmalıyız. Bu durumu önce meşveret heyetlerimizde müzakere etmeli. Neler yapılacağı tesbit edilmeli. Olgunlaşan fikirler mahal meşveretlerinin gündemine taşınmalı. İstikbalde—mahşerde—kardeşlerimiz “Biz sizin kapınıza kadar geldik, ama sizler Nurlarla buluşmamıza ortam oluşturmadınız!” dememeleri için; Arap kardeşlerimize Risale-i Nur ile hemhâl olmalarına yardımcı olmalıyız. Bizler hakikî Müslümanız; elbette düşene vurmayız. Aksine yerden kaldırmak için el uzatırız. Mümkünse her mahalde Arap kardeşlerimiz için; Risale-i Nur’un okunduğu ve müzakereler ile anlaşılmaya çalışıldığı küçük birer dershane-i nuriyeler açılmalı. Arap kardeşlerimiz bir gün kendi memleketlerine dönecekler veya akraba-yı taallukat ile irtibat halinde olacaklar. O zaman “Türkiye’den bize ne getirdin?” dediklerinde “Müjde getirdik!”, “Başka?”, “Ümit getirdik!”, “Başka?”, “Kur’ân-ı Kerîm’in bu zamandaki mu’cizesi olan Risale-i Nur eserlerini getirdik!” diyebilmeleri gerekir. En azından kavlî duâ hükmüne geçer.
Arap kardeşlerimiz tarafından da Kur’ân hakikatleri okunup anlaşılması ve yaşanması ile beraber küllî manada âlem-i İslâm’da fütuhat olur inşaallah. Belki de ittihad-ı İslâm adımlarımız hızlanır. Biz Kur’ân talebesi olduğumuz için her meseleye Kur’ân nokta-i nazarından bakıyoruz ve bakmalıyız.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî diyor ki: “İnşaallah, yine Araplar ye’si (ümitsizliği) bırakıp, İslâmiyetin kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd (dayanışma) ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 51, Yeni Asya Neşriyat)