“…bir Kadir-i Mutlak zorunlu olarak müsebbib’ül esbab (bütün sebeplerin temel sebebi) olarak görüldükten sonra, mevcudat şöyle veya böyle oluşmuştur şeklindeki tezlerin bir diğerinden kıymetçe ve kemiyetçe farkı olmayacaktır.”
***
Birinci bölümü okumak için tıklayınız:
Tabiat Risalesi okumaları: Evrim bize ne söyle(ye)mez?
***
Evrim konusu, esasında varlıklara ilişkin ait tâli bir mesele olup Tabiat Risalesi’nde sayılan dört yoldan (esbab-ı âlem, kendi kendine teşekkül, tabiatın tesiriyle, Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad)başka beşinci bir yola tekabül etmemektedir. Bediüzzaman, esasa yönelik olmayan tali konulardan, dolaylı şekilde ve dört yolun mizanlarına vurarak bahseder. Öncelikli olarak mevcudatın varlığı neye/kime dayandırılacağı en temel ve kritik sorudur; sonrasında mevcudatın meydana gelişi nasıl olmuştur gibi meselelerin çözümlenmesi bu sorunun cevabına göre ele alınacak alt derecedeki konulardır.
Evrim meselesinde iki sorunun cevaplanması gerekmektedir: 1) Evrimin olup olmadığı, 2) Evrim var ise bunun yukarıda belirtilen dört mahreçten hangisine istinat ettiğidir. Biyolojik evrimin var olduğunu iddia eden ve ispat etmeye çalışan kesimlerle buna karşı çıkan kesimlerin gözden kaçırdıkları nokta işte bu ikinci sorudur.
İslâm düşünce geleneğinde mevcudatın iki şekilde ortaya çıktığında neredeyse bir ittifak vardır: İbda ve İnşa. Bediüzzaman Said Nursî de bu yaklaşıma paralel olarak varlıkların “ibda ve ihtira ile maddesiz, örneksiz ve benzersiz olarak hiçten icat edildiğini veya inşa ve terkip ile mevcut olan anasır ve eşyadan toplamak sureti ile ona vücut verildiğini” söyler. Her iki şekilde de yaratma faaliyetinin tek faili “Zat-ı Ferd-i Zülcelâl olan Allah”tır. Yani yaratılışın sahibi ve isnadı Allah’tır, tabiat, tesadüf veya kendiliğindenlik değildir. Bazı Müslüman âlimlerin ve filozofların evrimci yaklaşımı andıran ifadeleri çoğunlukla ibda ile ilk örneksiz yaratılan mevcudatın “inşa ve terkip” ile maksut olunan vücutlarını ve mahiyetlerini alışlarının nasıl olduğuna dair açıklamalarında göze çarpmaktadır.
Evrim meselesinin doğru olup olmadığı tartışmasına girmeden, bu sürecin isnadının ne olacağı tartışılsa mesele çözümlenecektir.
Sayalım ki evrim gerçek olsun; görüleceği üzere materyalistler evrimi tek Allah inancının (Vahdaniyet) karşıt görüşü olarak sunmaya heveslenmektedir. Sıkıntı da esas olarak bu noktadadır. Akıllı tasarımın (yani bir Kâdir-i Mutlak tarafından mevcudatın yaratılmasının) karşısına evrimi yerleştirmek elma ile armutu karşılaştırmak demektir. Akıllı tasarımın karşıt görüşü evrim değil, yukarıda bahsi geçen üç muhalif görüştür. Evrim Teorileri Yaratılış Hakikatinin eşdeğer karşıtı değildir. Zira bağlamları farklıdır.
Evrim konusu bağlam ve muhteva bakımından “ibda ve inşa” kavramları dâhilinde tartışılacak bir muhtevaya sahiptir. Bu iddia, ancak ve ancak Allah’ın maddeyi ve canlıları bu şekilde yaratıp yaratmadığı problematiği içinde değerlendirilebilir.
Diyelim ki evrim gerçektir; o zaman bu gerçeklik tesadüfe mi tabiata mı sebeplere mi veya bir yaratıcıya mı dayandırılacaktır? Yukarıda bahsi geçen ilk üç istinad noktasının muhal/imkânsız olduğu ispat edilirse, o halde evrim iddiası yaratıcının yaratım formlarından birisi olarak görülebilecek ve tartışılabilecek bir konudan öteye gitmemektedir.
Birkaç asırdır genel itibarıyla bilim yap(a)mayan ve bilimsel faaliyetlere ciddî düzeyde katıl(a)mayan Müslümanlar, bilimsel faaliyet üzerine bina edilen felsefe ve teorilerin de ortaya konulmasında ve tartışılmasında muhatap alınma şanslarını yitirmiş durumdadırlar. Bilim yapanların, bunun felsefesini de yapacağı, sonuçlarını da belirlemeye çabalayacağı ortadadır. Bilimin birkaç asırdır Batı’da üretilmesi, Batının donuklaşmış skolastik Hıristiyanlık yaklaşımı ile olan acı tecrübesi bilimsel bulgular üzerine yapılan felsefenin de -özü itibarıyla maddenin ezeliyetine inanmak demek olan-materyalizme bina edilmesini netice vermiştir. Dünyanın başı bilimle değil, işte materyalist felsefenin hayatımızı olduğu kadar bilim dünyasını da baskısı altına almasından mustariptir.
İnsanın evrimi
İnsanlığın evrim sonucunda ortaya çıktığı, kabaca bilindiği şekliyle maymundan geldiği iddiaları ise yine yaratılışın inşa ve terkip boyutuna tekabül etmektedir.
Kur’ân’da ilk insanın ve ilk canlıların yaratılışı çeşitli âyetlerde ele alınmaktadır. İlk olarak topraktan ilk canlı hücrenin yaratılması, sonrasında da onun tekâmül ederek ergin forma ulaşmasından bahsedilir.
Böylece her türün ilk atasına ait temel formlar ibda tarzında yaratılmıştır. Daha sonrasında da türler ve sınıfların tekrarlı ve benzer şekilde üremeleri yani inşa ve terkip bakımından bugünkü canlı embriyolojisinin açıkladığı şekilde devam edişi gerçeklemiştir.
Bugünkü insan türünün ilk atası olarak Âdem Aleyhisselâmın kritik önemi, daha önceki formasyonlarından farklı olarak, Kur’ân’da geçtiği şekliyle “isimler”i bilmesidir. Bu durum, âdemin soyutlama kabiliyetinin geliştiğini ve Kitab-ı Kebir-i Kâinatı okuyabilecek ve iradi olarak Allah’ı takdis ve tenzih edecek olgunluğa ulaştığını, bu olgunluğun da İlâhî kelâmın açılımlanmasını netice verdiğini anlatmaktadır.
Âdemin temel formunun –buna arketipin (davranışsal) veya prototipin (anatomik) (ilk örneğin) oluşması da diyenler vardır- gelişmesi ve dünyada halife olacak bir kıvama gelmesi hengâmında, meleklerin tabiri ile “yeryüzünde kan dökmüş” yani vahşet ve bedeviyet halinde, İlâhî kelâma muhatap olmadan yaşamış “insansı”ların gelmiş olması akıldan da kutsal metinlerde de uzak değildir. Tabiat, tesadüf ve sebeplerin yaratıcı olamayacakları ispatlandıktan sonra Âdem ister toprakta meydana gelen bir hücrenin gelişiminden oluşan “insansı” formun, tarihsel gelişim sürecinde “soyut kavramları algılayabilecek” düzeye gelmiş bir evre-modelidir denilsin; ister tek prototipe dayalı olarak aniden oluşmuş olan bir modeldir denilsin, ister maymundan evrilmiş olduğu söylensin isterse başka şekilde oluştuğu iddia edilsin; üstelik bu oluşuma “evrim” ismi de verilmiş olsun; bu isimlendirmeler ve açıklamalar insanın oluşumunu yaratılışın bir şekli olmaktan kurtaramayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın birbirinden farklı anlamları olan ve hepsi de yaratımın bir boyutuna işaret eden “Haleka, Bede’e, Fatara, Bera’e, Zera’e, Enşe’e, Felake, Ce’ale, Sevve, Savvera, Ehyâ ve Bedi” gibi isim ve fiillerinin insan modeli üzerindeki faaliyetleri ile; insanoğlunun biyolojik, psikolojik, sosyolojik vs yönden gelişimi/tekâmülü mümkün olmaktadır.
İnsanın ana rahmindeki gelişimini anlatan “nutfe, alaka, mudğa, azm (kıkırdak, kemik), lahm (et, kas –ve yağ-)” gibi evrelerden sonra insan yavrusunun oluşması, doğum sonrasında somut olandan soyut olana doğru psikolojik gelişimi; ilk insan olan ademin prototip olarak yaratılması, halife olması, peygamber olması ile şaşırtıcı derecede benzerlik göstermektedir. İnsan doğumdan sonra ancak eğitim ve öğretimle (isimlerin ve kavramların öğretilmesi ile) soyut alana geçebilmektedir. Eğitim almayan ve soyut kavramı elde edemeyen insanın diğer hayvanattan pek farkı kalmamakta; biyolojik olarak kodlanmış bulunan savunma, yeme, içme gibi ihtiyaçlarını karşılamak üzere içgüdüsel olarak yaşamaktan kurtulamamaktadır. Bu ise, Âdem Aleyhisselâmdan önce ve onunla birlikte pek çok insansı (soyut boyutu elde edememiş, beşer) varlığın bulunduğu düşüncesini kolaylaştırmaktadır.
Âdem biyolojik olarak kendinden farklı olmayan bir insansıya soyutlama kabiliyetinin verilmesiyle de oluşmuş olabilir (vahiy gibi) veya insansılar haricinde münferit bir canlı olarak da yaratılmış olabilir. Nasıl olursa olsun, her canlı türünün bir başlangıcı, yani Âdemi, tenasül (üreme) kanunundan hariç olarak ibda şeklinde yaratılmıştır. Meselâ, ilk insan üreme kanununa göre değil, ibda şeklinde yaratılmıştır. İlm-i İlâhîde bir plan ve kalıp olarak var olan bu âdemler; maddenin yaratılmasından sonra uygun bir zeminde ibda şeklinde yaratılmıştır. Hz. Âdem’in (as) anne ve babası bulunmadığı gibi, diğer canlı türlerinin de başlangıcı yoktan yaratma ile var edilmişlerdir. Mutlak yokluk bir gerçeklik değildir zira var olan şeyler esas olarak ilm-i İlâhîde vardırlar. Sonra madde ve kalıp olarak bu kâinatta tedrici olarak ortaya çıkmaktadırlar. İlk tavuk, ilk deve, ilk koyun, ilk keçi, ilk inek yoktan var edilmiş, sonra yaratım ibda şeklinden inşa suretine alınmış ve üreme kanununa bağlanmıştır. Üreme, inşa ve terkip suretinde bir yaratımdır.
Durum böyle değil de başka şekilde de gerçekleşmiş olabilir. Hâsılı, insanın ortaya çıkışı ile ilişkili olarak pek çok düşünce, yaklaşım, teori mevcuttur. Bunlar yapılacak araştırmalarla, kutsal metinler üzerinde gerçekleştirilecek çözümlemelerle ve akıl yürütmeyle ortaya konulacak ikincil, üçüncül derecede tali konulardır ve hakikatte bu yaklaşımlar karşısında tamamen teslimiyetçi veya reddiyeci olmanın bir anlamı yoktur.
Risale-i Nur’da evrimle ilgili olarak Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde münasip bir vücudun verildiği belirtilmektedir. Hiçbir canlı türünün zincirleme olarak geçmişi ve geleceği kuşatacak şekilde sonsuza dek devam etmesinin aklen mümkün olmamasından; mahlûkatın her bir türüne mahsus bir vücut verilmekle birlikte, bu türlerin başka türlere dönüşmesinin, yani evrimin temel yaklaşımının gerçek olamayacağı vurgulanmaktadır. “İnkılâb-ı hakikat (bir canlının temel mahiyetinin başka bir mahiyete dönüşmesi; meselâ leyleklerin baykuşlara veya maymunun insana dönüşmesi ) olmaz” denilmekte, çünkü “nev-i mütevassıtın (iki farklı türün birleşmesinden türeyen ara türün) silsilesi (soyu) devam edemeyecektir. Tahavvül-ü esnaf (elementlerin ve bileşenlerin yine kendi aralarında değişime uğramaları veya bunların bir canlıya transfer olması; mesela, su ve topraktan bir çiçeğin yaratılmasında tahavvül-ü esnaf söz konusudur.
Suyun ve toprağın hakikatı yine aynıdır. Bu hakikatler değişmemiş, bu iki sınıf varlıktan bir başka sınıf varlık yaratılmıştır.), inkılâb-ı hakaikin gayrısıdır (farklıdır) (Muhakemat - Üçüncü Makale/Unsuru’l-Akîde). Bu bakımdan Bediüzzaman’ın evrimci biyolojinin “türler arası geçiş” şeklindeki yaklaşımını (meselâ insanın maymundan, kuşların dinozorlardan türemesi gibi) kabul etmediği anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman her bir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğunu belirtmekte; hikmet (felsefe), fenn-i tabakatü’l-arz (jeoloji) ve ilm-i hayvanat (zooloji) ve nebatat’ın (botanik) bildirdiği iki yüz bini aşkın canlı türünün âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin (ilk başlangıçları/prototipleri) her birinin müstakil şekilde ortaya çıktığını ifade etmektedir.
Son söz
Evrimci felsefenin öne sürdüğü tezlerden daha çok, bu tezleri neye dayandırdığı daha fazla önem arz etmektedir. Müslüman bir bilim adamı, evrim bilimin bulgularını alıp doğrudan yaratılışın bir formu olarak takdim edebilir; zira her şeye kadir olan ve varlığı aklen ispatlanabilen bir yaratıcıya inanmaktadır. Ateist bir bilim adamının ise evrim bilimin bulgularına dayanarak Kadir-i Mutlak bir yaratıcının bulunmadığını ispat etme şansı ise bulunmamaktadır. Zira yaratıcının kabulü veya reddi ancak mevcudatı var edenin kim ya da ne olduğu aklen ispat edilmesi ile mümkün olmaktadır. Evrimin tamamıyla doğru kabul edilmesi ile dahi tesadüf, tabiat veya sebeplerin yaratıcı oldukları aklen ispatlanamadıkça; evrim yine Kadir-i Mutlak bir İlâhın yaratışını ifade edecektir. Dolayısıyla bir Kadir-i Mutlak zorunlu olarak müsebbib’ül esbab olarak görüldükten sonra, mevcudat şöyle veya böyle oluşmuştur şeklindeki tezlerin bir diğerinden kıymetçe ve kemmiyetçe farkı olmayacaktır.
Görüleceği üzere evrim konusu esasında bir teferruatın tartışılmasından ibarettir. İnsanın bir meniden veya topraktan yaratıldığına inanıp, herhangi bir canlı formdan tekâmül ettiğine inanamamak ve abes görmek bilgisizlikten kaynaklanmıyorsa karşı tarafın yanlışından beslenen bir inattan güç alındığı düşünülmelidir. Canlılığın kökenini araştıran iki bilim adamından birisinin yaratılışa inanması ve diğerinin inanmaması pekâlâ mümkündür. Kabul edilemez olan ise, bilimin ve bilim adamının, dolayısıyla insanlık âleminin baskı altına alınıp dinsizliğe mecbur edilmeye çabalanmasıdır.