"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Tabiat Risalesi okumaları: Evrim bize ne söyle(ye)mez?

06 Nisan 2018, Cuma
Bilim...

Bediüzzama’nın, Risalelerinde salt bilimi tartışmaya açtığı görülmez. Zira bilim mevcudatın varlığını, onların san’atlı ve hikmetli olduklarını (ölçülü olduklarını ve abes olmadıklarını) gösteriyor, sürekli yenilendiklerini, yani kadim olmadıklarını ortaya koyuyor.

Evrimin gerçekleşip gerçekleşmediği, gerçekleştiyse de bunun nasıl olduğuna ilişkin tartışmalar bir yana, evrim konusunda gözden kaçırılan temel husus, bu değişimin neye dayanarak gerçekleştiğidir: Evrim–ki muhtevasıyla ilgili reddiyeler, tartışmalar bir yana–tasarımın, yaratımın bir formu mudur; Yoksa tesadüfen oluşun, sebeplerin veya tabiatın mı bir sonucudur? 

Göz önünde cereyan eden durum şudur: Canlılığın/hayatın tabiatta husûle gelen varyasyonlarını ortaya koymaya çalışan bilimin ürettiği veriler; Evrimci felsefenin marifetiyle, “inanç, din, yaratım (güncel tabirle akıllı tasarım), yaratıcı,” nokta-i nazarından değerlendirmeye tabi tutulmaktan men edilmekte; Varlıklar yaratıcı olarak kör tesadüfün ve yaratılış süreci olarak tabiat olaylarının bir sonucu olduğu iddiasının bir enstrümanı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Üstelik modern bilim ile modern felsefe arasında bir bütünlük ve uyumluluk olduğu dayatılmaktadır.  Hâlbuki bilim ve felsefenin işlevleri, konuları, hedefleri ve kullandıkları araçlar birbirinden farklıdır. Bilim adamının yaptığı ile felsefecinin yaptığı birbiriyle sadece ilintilidir. Bilim adamı aynı zamanda teorisyen de felsefeci de olabilir. Fakat bilim adamı olarak yaptığı çalışmalar ile teorisyen ve felsefeci olarak ortaya koyduğu hükümler aynı temele dayanmaz, aynı şekilde değerlendirilemez. 

Bu bakımdan Evrimbilimin çalışmaları ile, bu çalışmalardan bazı sonuçlar ve yargılar çıkartan evrimci felsefeyi ayrı şekilde değerlendirmek gerekir. Problemimiz esasında Evrimbilimin yaptığı çalışmalar değil, evrimci felsefesinin bakış açısı ve yorumlarıdır. Evrimbilim çalışmalarını yapan kişinin aynı zamanda evrimin felsefesini de yapması bilim(sel veriler)le felsef(i düşünc)eyi birleştirmeye yetmez. Zira bilim araştırmakta, deney yapmakta, algoritmalar ortaya koymakta, veri kümeleri ve bilgi üretmekte; Felsefe ise –san’at (zevk) ve edebiyat (duygu) gibi–bu verileri ve bilgi kümelerini soyut alana taşıyarak inanç, paradigma, fikir üretmektedir. 

Hüküm ortaya koymak, felsefî düşünce üretmek, teori tesis etmek için başka bilimlerin de verilerinden ve yaklaşımlarından faydalanmak, mantık, gramer ve istatistik benzeri alet ilimlerine de başvurmak gerekmektedir. Bilimin tabiatta elde ettiği bulgular (veri) ile bu bulguların süzgeçten geçirilmesi, düzeltilmesi, doğrulama işlemlerine tabi tutulması ve istatistikî olarak düzenlenmesi ile oluşan (bilimsel) bilgiler, artık sahibini bekleyen kullanılmaya hazır birer emtia gibidir. Bu bilgiler, teknoloji üretimi için kullanılacağı gibi, düşünsel, sanatsal ve yazınsal faaliyetlerde kullanılmak üzere muhataplarını beklemektedir. 

Felsefe, san’at, edebiyat gibi faaliyetlerin ilgisini çekecek derecede belirginleşen bu bilgiler; Olaylar, olgular ve varlıklar üzerinde yapılacak yorumlama, duyumlama, şekillendirme gibi faaliyetlere kaynak oluşturmaktadır. Tabiat Risalesi’nde bilimin ürettiği bilgilerle ilgili bu durum “Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor” şeklinde ifade edilir. Ortada duran bu kâinatın varlığı inkâr edilmemekte ve kâinat hakkında bilgi toplayan bilimin verileri de önümüzde durmaktadır. Üretilen bilgilerin doğru şekilde yorumlanması gerekmektedir. İşte felsefe, edebiyat, san’at gibi faaliyetler bu kâinatı ele alırken bir yaklaşıma dayalı olarak değerlendirmelerde bulunacak ve üretilen malzemeler bu yaklaşıma göre şekil alacaktır. Bu bağlamı ifade etmek üzere Bediüzzaman cümlesine şöyle devam eder “Her halde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; Veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; Veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; Veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir. Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümtenî, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.”

Bediüzzaman’ın, Risalelerinde salt bilimi tartışmaya açtığı görülmez. Zira bilim mevcudatın varlığını, onların san’atlı ve hikmetli olduklarını (ölçülü olduklarını ve abes olmadıklarını) gösteriyor, sürekli yenilendiklerini, yani kadim olmadıklarını ortaya koyuyor. “Madem mevcudat var ve inkâr edilmez” denilmekle bilimin kavramsal ve edimsel alanının esasında hemen her zaman ortak sonuçlar veren “mevcudat” ile sınırlı olduğu ifade edilmektedir. Bu sebeple, bilimsel alandan felsefî alana, doğrudan mevcudatın kökeninin açıklanmasına geçilebilmektedir.

Bilim bilerek ve isteyerek yanlış veri üretmez. Yanlış veriler; Kullanılan cihazların, seçilen örneklemin, uygulayıcı insanların v.s. eksikliklerinden kaynaklanan hataların ortaya çıkması sonucunda elde edilir. İstatistik benzeri bir takım alet ilimleri yoluyla bu veriler belirli bir düzeltmeye tabi tutularak doğruya en yakın bilgiler elde edilmesi mümkündür. Teknolojinin gelişimi ile veri sıhhatinin arttığı ve böylece daha hassas ve doğru bilgilerin elde edildiği söylenebilir. Kim yaparsa yapsın, aynı yöntemler ve ekipmanlarla elde edilecek veriler ve ulaşılacak bilgiler % 99,999 ile aynı olacaktır. Görüleceği üzere bilim meselesini tartışmak, uygulanılan yöntemleri tartışmaktan öteye gitmez. Bilim, bir şeyin nesnesine odaklanır, o nesne hakkında etraflı bilgi edinmek için çabalar. Nesnenin safahatı (vak’a) bilimin konusu iken; nesnenin anlamı, bağlamı, ahlâkî değeri v.s. gibi konular bilimin değil, artık felsefenin, dinin, inancın, düşüncenin kapsamına giren olgulardır. Dolayısıyla iki asırdır iddia edilegelen iman, inanç ve din sahibi bir insanın bilimle uğraşamayacağı, gerçek bir bilim adamı olamayacağı tezi çarpıtmadan ve yalandan ibarettir.

Kişiye göre değişmekle beraber, insanın 5-6’lı yaşlara kadar sadece somut ve nesnel olanı algılayabildiği ve çoğunlukla soyutlama yapamadığı gözlemlenir. Bu dönem yukarıda ifade edilen “bilim yapma” safhasının bireydeki izdüşümüdür. İnsan, gözlemledikçe ve psikolojik özellikleri geliştikçe soyut alana girmeye çalışır. 5-6’lı yaşlardan buluğ çağının sonuna kadar, yani yine kişiye göre değişmekle beraber 13-18 yaşlara kadar soyut kavramların elde edilmesi insanın hayvanî boyuttan çıkıp insanî sıfatları kazanmaya başlamasını anlatır. İnançların, düşüncelerin, zevk ve duyguların şekillendiği; Felsefe, sanat, edebiyat gibi soyut alanı açığa çıkartan ve soyut üreten araçların elde edildiği bu sorgulama ve içselleştirme dönemiyle birlikte insan kendi gerçeğini tanımlamaya ve varlık hakkında hükümler çıkarmaya başlamıştır. 

Tabiat Risalesinde “Madem mevcudat vardır” denilerek çocukluk dönemini (yani bilim evresini) geçen Bediüzzaman, soyut alanla tanışan kişiye, kâinatı kendisiyle açıklayabileceğimiz dört yol (teorem) olduğunu ifade eder. Somut olanla soyut olan arasındaki ilişkiyi keşfeden, şekillendiren, dillendiren “akıl” bu dönemde adeta temel fonksiyon konumunu almaktadır: “Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur”.

Tabiat Risalesi’nde mevcudatın varoluşuyla ilgili olarak ortaya konulan yollar ile bunlar hakkında serdedilen misaller, artık felsefî düzleme ayak basan ve soyut olanı keşfetme dönemindeki dimağa seslenmektedir. Ortada kalmış bir vaziyette tereddüt içindeki bu dimağ devamlı sorgulamakta, çevresinden örnekler alıp değerlendirmekte, yani felsefe yapmaktadır. Felsefe yapmak, san’at zevkini oluşturmak ve hayal dünyasını geliştirmek bu dönemin kaçınılmaz faaliyetleridir.

Bu evredeki dimağın önünde varlıkla ilgili olarak sorgulaması gereken dört aklî yaklaşım vardır: Birinci yaklaşım “esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkat – yani sebeplerin varlıkları yaratması”, ikinci yaklaşım “teşekkele binefsihî, yani, varlıkların kendi kendine teşekkül etmesi”,  üçüncü yaklaşım  “İktezathu’t-tabiat, yani, tabiatın varlıkları yapması”, dördüncü yaklaşım “vahdet yolu, yani kâinatın bir Yaratıcıya isnad edilmesi”. 

Bu sonuçlardan hiçbirini kabul etmeyen beşinci bir yaklaşım da vardır ki bu konuda çekimser kalmak anlamında “bilinemezci-agnostik” olmaktır. Agnostik olan kişi bir hüküm vermemekte,  düşüncesini bir bağlama bağlayamamakta, kendini ve mevcudatı hükümsüz kılmakta, hiççiliğin yolunu açmaktadır. Mevcut olanı bir bağlamla ilişki- lendir(e)meyen agnostikler, yukarıda sayılan ve aklen başka bir yol olmadığı bilinen yaklaşımlardan herhangi birisine dâhil olmamaktadır. Varlığını anlamlandırmaktan vazgeçmek, insaniyeti kabul etmemektir ki, bu sorgulanabilir bir inanca tekabül etme- yen/edemeyen bir tercih şeklidir.

Bediüzzaman, bu dört aklî problematiğin üçünün imkânsız oluşunu misallerle ortaya koyduktan sonra dördüncü yolun (vahdaniyet/İlâhî tasarım ve yaratım yolunun) hak olduğunu gösterir ve şöyle ifade eder:

“Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem On Altıncı Notanın başında denildiği gibi, mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile, dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün–her birinin üç zâhir muhallerle–butlanı kat’î bir surette ispat edildi. Elbette, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan vahdet yolu, kat’î bir surette ispat olunuyor. O dördüncü yol ise, baştaki “Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allahtan şüphe edilir mi?” âyeti, şeksiz ve şüphesiz, bedâhet derecesinde, Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun ulûhiyetini ve her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve semâvat ve arz kabza-i tasarrufunda bulunduğunu gösteriyor.”

Bediüzzaman bilimin, ilmin, araştırmaların bize şunu gösterdiğini ifade ile şöyle devam eder: “Ey esbabperest ve tabiata tapan biçare adam! Madem her şeyin tabiatı, her şey gibi mahlûktur; çünkü san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbep gibi, zâhirî sebebi dahi masnudur. Ve madem her şeyin vücudu pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır.”

Artık bilimsel alandan çıkılacak ve felsefî/düşünsel/aklî alana geçilecektir. 

Bilimin ortaya çıkardıklarının sayılmasından sonra aklî hüküm şöyle ortaya konulur:

“O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halk eden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlakın ne ihtiyacı var ki, âciz vesâiti rububiyetine ve icadına teşrik etsin? Hâşâ! Belki doğrudan doğruya, müsebbebi sebep ile beraber halk ederek, cilve-i esmâsını ve hikmetini göstermek için, bir tertip ve tanzim ile zâhirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zâhirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş, izzetini o suretle muhafaza etmiş.”

Böylelikle Bediüzzaman nesnesi, oluş ve akışı bilim tarafından ortaya konulan mevcudatın ve olayların nokta-i istinadının aklî olarak nereye dayandırılacağını/dayandırılması gerektiğini göstermektedir. Risale-i Nurlar’ın hemen her sayfasında, metinler içinde bilimin nesneleri (çaylar, ırmaklar, dağlar, feza, gök cisimleri, hayvanlar, bitkiler… vs) ve durumları ortaya konulur. Sonra bu nesne ve olayların bağlamına, yorumlanmasına geçilir; aklî, vicdanî, psikolojik, sosyolojik, mantıkî  deliller serdedilir.

Okunma Sayısı: 7302
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı