Du kelimesi birçok mânâyı içinde barındırır ve her insan bu farklı mânâların hepsine vakıf değildir. Bu başlık altında duânın bütün mânâlarına değinerek, hepsini öğrenmeye çalışmaktan ziyade bizim bir mü’min olarak bilmemiz gerekenlere değineceğiz. Bu mânâlar farklı şekillerde ele alınmış ve farklı yönlerden yaklaşılmaya çalışılmıştır.
Duâ; Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, çağırmak, yardım dilemek anlamlarına gelmektedir. Kelime anlamıyla da çağırma demektir. İnsan duâ ile Allah’a yakınlaşır ve ruhen rahatlayıp huzura erer.
Duâ, istemektir. İnsanda isteme duygusu, insanın fıtratına Allah tarafından yerleştirilen kuvve-i şeheviyeden gelir. Buradan hareketle düşündüğümüzde, demek ki Allah bizden istememizi istiyor, fıtratımız dahi duayı iktiza ediyor. Hadsiz ihtiyaçlarımız ve aczimiz duâyı gerekli kılıyor. Allah da istememizi, yani duâmızı istediği için bizi aciz ve fakir yaratmış, bizden aczimizi görmemizi istiyor.
Duâ, en küllî ubudiyettir ve bütün ibadetlerin özünü oluşturur. İbadetler zahiren fiilî ve kavlî duâlardan oluştuğu gibi; diğer birçok duâyı da içinde barındırır. Meselâ namaz, duânın en külli ve ehemmiyetli biçimidir. Bu nâmını da bütün duâ çeşitlerini içermesiyle almıştır. Hatta birçok müfessir, “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var”1 âyetindeki duâ kelimesine, namaz olarak işaret etmiştir. Namaz gibi oruç da duâlardan oluşmuştur. Orucun özelliği ise diğer ibadetlere göre fiili duânın daha baskın olmasıdır. Hac, kurban ve zekât gibi daha birçok ibadet özünde duadan ibarettir.
Duâ, imanı ayakta tutar. İman ise insanı duaya yöneltir. İnsanın iman ve duâ ile olan ilişkisini Said Nursî, şu şekilde ifade ediyor: “İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.” 2 Yani insan olmanın şartı “iman”, insan kalmanın şartı “duâ”dır. Belki biraz daha iyi anlamak için şu benzetmeyi yapabiliriz: İman insanı Allah’a bağlayan bir bağ veya ulaştıran bir yol, duâ ise o yolu kullanarak Allah’a bağlanmak veya ulaşmaktır. Fakat bir yol ne kadar çok kullanılırsa o derece geliştirildiği gibi, ne kadar da kullanılmaz ve bakılmaz ise o derece de âtıl kalabilir, belki de kapanabilir. Duâ iman yollarının açık ve bağlarının sağlam olmasına bir şart olduğunu Risâle-i Nur şöyle dile getiriyor: “İmân, duâyı bir vesîle-i kat’iye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi ‘Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?’ meâlinde, ‘Kul mâ ya’beû biküm rabbî levlâ duâukum’ 3 ferman ediyor. Hem, ‘Bana duâ edin, size cevap vereyim’ 4 emrediyor.”5
Duâ, hazine-i rahmetin anahtarıdır. İnsan Rahmet kapılarını duâ ile aralar, Rahman ve Rahim sıfatının tecellilerine duâ ile ulaşır. O anahtarı rahmet hazinelerine ulaştıran ise Sünnet-i seniyye’ye ittibadır. Sünnet-i seniyye’ye vesile ise salâvattır. Üstad Bediüzzaman bunu Birinci Söz’de besmelenin sırlarından altıncısında açıklamaktadır.6
Duâ, kulun Rabbine yönelip O’ndan yardım dilemesidir.
İnsan, gücünün yetmediği ihtiyaçlarını elde etmek, kendi kudretiyle erişemediği arzularına erişmek için Allah’a sığınır. Çünkü Allah’tan başka hiç kimse yoktur ki, onun en gizli arzularını duyup yerine getirsin, ihtiyaçlarını karşılasın.
Duâ, bir ibadettir. Hattâ ibadetin ruhudur.
Nasıl ki, bir çocuk eli yetişemediği bir ihtiyacını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani acizliğinin diliyle duâ eder ve isteklerini elde eder. Öyle de, insan bütün canlılar içinde nazik ve nazlı bir çocuğa benzer. Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına acziyle yalvarmak veya ihtiyacıyla duâ etmekle yönelir. Yoksa bir sinekten korkan haylaz bir çocuk gibi, “Bu insanları kendi gücümle emrimde çalıştırıyorum” deyip nankörlük etmek, insanın yaratılışına aykırı olduğu gibi, üstelik âhirette şiddetli bir azabı da hak eder. İnsan duâ vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Bu itibarla başa gelen çeşitli sıkıntılar ve belâlar, insana aczini ve güçsüzlüğünü hatırlatıp onu Rabbine yönelmeye zorlaması cihetiyle rahmettir. Çünkü insan bilhassa böyle vakitlerde ne kadar âciz ve çaresiz olduğunu anlayıp sığınacak bir yer bulmaya muhtaç durumdadır. Duâ bunun en güzel vesilesidir.
Duâ bir ibadet olduğuna göre, onun sadece ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle yapılması gerekir.
Bunun için insan acizliğini, yalnızlığını ve çaresizliğini bütün ruhuyla hissedip kendisine yardımcı olacak, korkulardan, endişelerden kurtaracak yegâne kudretin Allah olduğunu düşünerek ellerini semaya kaldırmalıdır. O Yaratıcı sonsuz bir kudret, bir rahmet ve bir hikmet sahibidir. Bütün kâinat O'nun eseridir ve O'nun izni olmadan yaprak bile kıpırdayamaz. Bütün kemâl sıfatların sahibi olan Cenâb-ı Hak, buna karşılık bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Yarattığı canlı-cansız bütün varlıkları sayısız nimetlerle donatmış, onların üstünde insanı en yüksek bir mevki ile şereflendirmiştir. Bunun için Cenâb-ı Hak sonsuz hamd ve senâya lâyıktır. Zaten varlıkların yaratılış maksadı da hamd, tesbih, tekbirle O'na kulluk etmek değil midir? İşte duâ bundan dolayı ehemmiyet taşımaktadır.
Duânın anlamını sorgulayan ve anlaşılmasını sağlayan bir soru da “Her duâ kabul olur mu?” sorusudur. Şöyle der insanlar: “Her ettiğimiz duâ kabul olunmuyor. Oysa âyet-i kerimede ‘Bana duâ edin, size cevap vereyim’ buyuruluyor? Bunun sebebi nedir?”
Duâ meselesinde iki ifade vardır; biri cevap, diğeri kabul. Yani ettiğimiz her duâya Cenâb-ı Hakk’ın cevap vermesi ayrıdır, kabul etmesi ayrıdır. Allah her duâya cevap verir. Fakat her zaman istenen şeyin aynısını vermez. Çünkü hikmeti bunu gerektirmektedir.
Bu durum, doktor-çocuk misâline benzer. Şöyle ki: Doktora götürülen çocuk muayenehanede bir ilâç görür, hemen onu ister. O ilâcın hastalığına iyi geleceğini sanır. Doktor muayene eder. Hastalığı teşhis ettikten sonra, ya çocuğun istediği ilâcı verir, ya başka bir ilâç verir, yahut gerek görmez, hiç ilâç yazmaz. İşte Cenâb-ı Hak her yerde hazır ve nâzırdır. İnsanın yaptığı her duâyı işitir ve cevap verir. Fakat insanı insandan daha çok düşündüğünden, derdini ve asıl ihtiyacını iyi bildiğinden; neyin hayrına, neyin zararına olacağını ezelî ilim ve hikmetiyle bildiğinden, insanın istediğinin aynısını verebildiği gibi, bazen daha iyisini verir, bazen da zararlı olacağından hiç vermez. Bunun için insanın, “Allah, benim her istediğimi vermiyor” demeye hakkı yoktur. (Allah insana her şeyin en hayırlısını verir.)
Duâ bir ibadet olduğuna göre mükâfatı âhirette verilir. İnsanı duâya sevk eden sebepler ise o ibadetin vaktidir.
Meselâ hava kurak gidip yağmursuzluk devam ettiği zamanlarda yağmur duâsına çıkılır. Güneşin batması akşam namazının vakti olduğu gibi, kuraklık da o duânın vaktidir. Yoksa o duâ yağmuru yağdırmak için değildir. Çünkü o takdirde duâ Allah rızası için değil, sırf yağmurun yağması için edilmiştir. Bundan dolayı da kabule lâyık olmaz.
Bunun gibi, insanın birtakım belâ ve musîbetlere uğraması, hastalanması, bazı duâların vakitleri sayılır. İnsan böyle zamanlarda çaresizliğini, güçsüzlüğünü anlar, duâ ve niyazla İlâhî dergâha iltica eder. İnsan o kadar duâ ettiği halde eğer belâlar gitmez, hastalıklar geçmez ve netice itibariyle o an için istekler yerine gelmemiş görünürse; insan, “Duâm kabul edilmedi” dememeli, “Duâmın vakti bitmedi, daha çok duâ etmem gerekir” demelidir. Şayet Cenâb-ı Hak, edilen duânın aynısını verse, belâyı kaldırsa, işte o zaman duânın vakti sona ermiş olur.
“Duânın en güzel, en lâtif, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki: Duâ eden adam bilir ki, Birisi var ki, onun sesini dinler, derdine derman yetişir, ona merhamet eder. Onun kudret eli her şeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil, bir Kerim zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyacâtını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını defedebilir bir Zatın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir inşirah duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn der.” 7
“Duâ ubudiyetin (kulluğun) ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir.” 8
“Çünkü duâ eden adam duâsı ile gösteriyor ki, bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ıttılâı var ve bilir, en uzak maksatlarımı yapabilir, benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyle ise bütün mevcudatın bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri o yapıyor ki, en küçük işlerimi de O'ndan bekliyorum, O'ndan istiyorum.”9
Duâ konusunda Bediüzzaman’ın şu tesbitleri çok önemlidir:
“Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir.”10 Yani duâ bir kulluktur. Kulluk da ancak Allah’ın rızası esas alındığında halis ve kabule lâyık olacağından, kulluğun meyveleri ahirette yenir, burada istenilmez. Duânın yapılmasındaki dünyevî maksadlar ise sadece duânın vaktinin belirlenmesinde rol oynar. Çünkü sonsuz ilim ve hikmet sahibi Alîm-i Hakîm, zaten her şeyi, kulunun ihtiyaçlarını biliyor ve hikmetle muâmele ediyor. Yani duâ Allah’ı ihtiyaç ve isteklerden haberdar etmek değildir, acziyetini anlayarak Allah’a tam mânâsıyla yönelmek ve onun rızasını aramaktır. Rahmet hazinelerinin kapısını çalmaktır.
İNSANIN ACİZLİĞİ VE DUÂYA OLAN İHTİYACI
İnsan, kendisine verilmiş istidatlarına dahi, yıllarca eğitim alarak ve kendisinin farkına vararak ancak 20 yaşından sonra mâlik olur ve sonsuz acziyetinin, fakrının ve ihtiyaçlarının karşısında ancak Sonsuz Kudret Sahibi, Malikü’l-Mülk ve Rahman olan bir Allah’a duâ ile dayanarak ayakta kalabilir. İnsanın acizliği ve duâ ile acizliğinden kurtuluşunu daha iyi anlamak için bir örnek vermek gerekirse; bir bilgisayar düşünelim. Bu bilgisayarın bilgi alış verişi için ne DVD-Rom’u, ne USB girişi, ne de internet girişi var. Bu bilgisayar bu hâliyle ne iş görebilir? Hangi amaca hizmet edebilir veya hangi bilgiye ulaşabilir? Bilgisayarın DVD-Rom’u bulunmuş olsa bir nebze bilgileri alabilir, kullanabilir konuma yükselir. Bu bilgisayarın USB girişi olmuş olsa daha fazla bilgiye ulaşabilir, kullanabilir ve DVD-Rom’dan farklı olarak işlediği bilgileri başka bir yere taşıyabilir veya aktarabilir de. Bahsettiğimiz bu bilgisayarın internet bağlantısı bulunmuş olsa o zaman her türlü bilgiye anında ulaşabilir, kullanabilir ve her türlü bilgiyi aktarabilir konuma gelir. İnternet bağlantısı, bir nev'î, bilgisayarın sınırlarını kırıp onu sınırsız bir âleme dönüştürmüş olur. Dua da, hadsiz aciz ve fakir olan insanı bu şekilde hadsiz kudrete eriştirebildiği gibi hadsiz nimetlere de gark eder. Çünkü duâ, insanı bütün sıfatlarıyla ezelî olan bir Allah’a bağlar. Her an her yerde cevap verebilecek bir duâ bağlantısıdır bu.
Duâ, en klâsik, en basit bir ifadeyle, insanın Allah’tan bir şeyler istemesidir. Biz Yaratıcımızdan, yegâne nokta-i istinat ve tek nokta-i istimdadımız olan Allah’tan sürekli bir şeyler isteriz ve bu isteklerimizi bin bir şekilde ifade ederiz. Tohum eker, fiilî duâ ile başak isteriz. Üzerine kavlen yani dilimizle başağın en iyisinden ve en bolundan isteriz. Tohumu ekebilmek için niyetimizle duâ eder, Allah’tan ekebilme gücünü, kuvvetini, zamanını, mekânını ve daha birçok şeyi yaratmasını isteriz. Sonra tohum ekmeye meyletmemizle duâ eder, yarattıklarına sahip olmayı veya yarattıklarının emrinde hazır bulunmasını isteriz. O tohum dahi başak olmak için Hâlık’ına duâ eder. Bir başak için aslında duânın her nev’îne başvurulur ve başağın yaratılmasının her safhasında bilerek veya bilmeyerek Allah’a yöneliriz.
DUÂNIN ÇEŞİTLERİ
Risâle-i Nur’da duânın beş nev’înden şu şekilde bahsedilmiştir:
1- İstidad lisanıyla yapılan duâ:
Bu bitki ve hayvanlarda bile görülebilir ki, her biri Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellisi olarak farklı şekiller, güzellikler, görevler üstlenir ve bunu adeta gerçekleştirmek için tohum halleriyle duâda bulunurlar. Bu duânın ne kadar halisâne, içten ve coşkuyla yapıldığını otların ve ağaçların, taş ve kayaların üzerinde tezgahını kurmuş incecik kök ve damarlarıyla onları yarmasından ve güneşin sıcaklığına dayanmalarından, üstelik meyveler, kokular, renkler sunmalarından anlayabiliriz. Derler ki, bütün çiçekler toplanmış, her biri ayrı bir güzellik için duâda bulunmuşlar, sonra Rabbimizin güzel isimlerine bakmışlar ve her biri birbirinden farklı güzel olmuşlar…
Hepimizde yaratılışta verilen çok farklı kabiliyet vardır. Bunların farkına varırız veya anne, baba, eğitimci ve uzmanlar vasıtasıyla ortaya çıkarılır ve geliştirilir. İnsanın bir kabiliyetine yönelmesi ve onu geliştirme istikametinde çaba göstermesi bir çeşit duâdır ki, inansın inanmasın hangi insan bu yola tevessül ederse, Allah’tan bu kabiliyetini geliştirmesi için duâ etmiş olmaktadır ki, bu çalışmalara terettüp eden sonuçların ortaya çıkarılması bu duânın kabul edildiğini göstermektedir.
Yine insanlar bütün hareketlerini dahi bu çeşit duâ ile yapar. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir kişi masanın üstünden bir bardak su almak ister, masaya kadar gider, elini uzatır, bardağı tutar ve kaldırır. Şimdi bakalım insan şu yapmış olduğu fiillerden hangi birini yapabilmek için düşündü ve o fiillerin gerçekleşmesinde gerekli olan her türlü makro veya mikro boyutta aracın, uzuvlardan tut hücrelere ve gerekli olan reaksiyonlara kadar, hangi birini kontrol etti veya düzenledi? Hiçbirini! Tek isteği, düşüncesi onu almak ve bunu gerçekleştirmek adına tek iradesi onu istemekti. Yapmış olduğu fiillerin her safhasında da cüz’î ihtiyarı olan istemek etkindi. Bu istemeklerin hepsi ile meydana gelen fiiller, her an yapmakta olduğu duâların meyveleridir. İstidat lisanıyla yapılan duâların sonucunda Esma-i İlâhinin tecellisiyle insana musahhar kılınmış araçların yine duamız ile gerçekleştirilen fiillerdir bunlar. Her an duâmızla Allah bedenimizi canlı tutuyor, her an faaliyet ve hareket yapabilir konumda tutuyor ve hareket ettiriyor. İşte “Duânız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” 11 âyetinin bir hikmeti de budur belki.
Değişme ve gelişme halinde olan her varlığın istidat diliyle yaptıkları duâ da bu kısma girmektedir. Her şey kendine has diliyle Cenâb-ı Hakk’ı tesbih ettiği gibi, ihtiyacıyla da Allah’a dua etmektedir.12
2- İhtiyac-ı fıtrî lisanıyla yapılan duâ:
Bütün hayat sahipleri fıtratlarında taşıdıkları hayatiyetlerini sürdürmek için ihtiyaç duydukları şeyleri duâ ile isterler. Güneşten yağmura, toprağın bitirdiklerine kadar her varlık muhtaç olduğu şeylere zamanında, ummadığı yerden ve şekilde ulaşmakta, mükemmel bir dağıtım ile her varlığa ne, ne kadar, ne zaman gerekliyse anında ulaştırılmaktadır.
Duânın varlığı ve etkisi, duâ ile istenen şeylerin zamanında ve en uygun biçimde gönderilmiş olmasından kolaylıkla okunabilir.
Cenâb-ı Allah yaratılışımıza, meselâ açlık hissi vermiş, bedenimizi buna uygun biçimde donatmış. Her açlık hisseden insan aslında midesinin bu talebiyle yaratılıştan gelen bir duâda bulunmaktadır. Susuzluk durumu da böyledir. Sevgiye duyulan ihtiyaç da…
3- Iztırar lisanıyla duâ:
Dünyada ruha ve bedene acı veren her zor durum duâ için en uygun hallerdir. İnsanın canını yakan, acıtan musîbetler, zorda, darda kalan, zorluk içinde sıkıntı çeken insanı kalp ve zihin itibariyle duâya hazır ve açık hale getiren sebeplerdir.
Bir de yalnızlık duygusu vardır. İnsan kalabalıklar içinde kendisini kimsesiz hissedebilir. Bir gönül yarası veya sevdiklerinin dünyadan ayrılması ya da bir kısım günahların ruhunda açtığı yaralar insanı bu duygu içinde sığınacak bir Hâmî’ye ihtiyaç hissettirir ve duâ ile O’na yönelme isteği içinde şiddetle belirir. “Dünyadan, dünyalıklardan, nefsimden, günahlardan çok zarar gördüm, zararlarımı gider Ya Rabbi” diyerek o imar ve tamir kapısına iltica etmek, insan için hayatî bir durum haline gelir. Bu üç duânın en çok kabule yakın olduğu ifade edilir.
4. Her zaman yaptığımız meşhur duâ
Bu da iki kısımdır:
a. Fiilî duâ: Sebeplere teşebbüs etmek fiilî duâdır. Çift sürmek gibi. Toprak rahmet hazinesinin kapısı olduğundan çiftçi o kapıyı sabanıyla çalar. Bu duâ doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın isim ve ünvanına yönelmiş olduğundan çoğunlukla kabul olunur.
b. Kavlî duâ: Dil ve kalble yapılan duâ. İnsanın eli yetişmediği bir kısım ihtiyaçlarını istemesidir. Bunun en mühim tarafı, en güzel meyvesi şudur: “Duâ eden adam anlar ki, Birisi var, kalbinden geçenleri işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, âcizliğine merhamet eder, fakirliğine medet eder.” Hayvanların acıktıkları zaman kendilerine has dilleriyle çıkardıkları sesler de kavlî duâya girmektedir.13
Dipnotlar:
1- Furkan/77.
2- Sözler, s. 285.
3- Furkan/77.
4- Mü’min/60.
5- Sözler, s. 286.
6- Sözler, s. 20.
7- Mektubat, s. 291.
8- Mektubat, s. 292.
9- Sözler, s. 295.
10- Sözler, s. 287.
11- Furkan/77.
12- Mesnevî-i Nuriye, s. 216.
13- Mesnevî-i Nuriye, s. 216.