1- En önemli deist türü, âlemin yaratıcısı olan mutlak iyi, sonsuz kudrete sahip her şeyi bilen yüce bir varlığın var olduğuna inanır. Bu deizm türü yaratıcın âlem üzerinde hükümran olduğuna, ahlâkî ve dinî görevlere sahip olarak insanı yarattığına ve gelecekte iyi işler yaptığında ödül verileceği, kötü işler yaptığında cezalandırılacağı bir gelecek durumu yarattığına inanır. Ancak bu deizm türü, İlâhî vahiy fikrini inkâr eder, iyi ve kötünün sadece akılla keşfedilebileceğine inanır.
2- İkinci tür deist ise, yaratıcının aynı sıfatlara sahip olduğunu ve âlem üzerinde bir hükümranlığa sahip olduğu kabul eder, ancak İlâhî vahyi inkârın yanına insan ruhunun ölümsüzlüğünü ve gelecekte herhangi bir ödül ve cezanın var olacağını inkâr eder.
3- Diğer bir tür de, kâinattaki işleyişler üzerinde bir kontrole sahip olduğunu, ancak ceza ve mükafâta veya insanın refahına karşı yaratıcının kayıtsız olduğunu ileri sürer. Vahiy ve gelecekteki ceza-ödül de inkâr edilir.
4- En radikal deizm türü, yaratıcının insan ve tabiat üzerindeki kontrolünü inkâr eder. Bu deizm türüne göre, yaratıcı sonsuz bir şekilde kudret ve akıl sahibi olmakla birlikte, kâinata herhangi bir müdahalede bulunmamaktadır.
Sonuç olarak dört deist türünde ortak şekilde vahyin inkâr edildiğini görüyoruz. Vahyin inkârı, dolayısıyla nübüvvetin, kitapların, bir nevi meleklerin, mu’cizelerin de inkârı anlamına gelmektedir.
Deizme gelen eleştiriler
Deizmin ortaya çıkışında muhatabı genelde Hıristiyanlıktır. Ortaçağ’da Hıristiyanlığın akla ve ilme karşı gösterdiği olumsuz tavır bazı kimselerde bütün dinlere karşı tepki doğurmuştur. Bu düşünce, derli toplu bir şekilde Hrıstiyanlığın kiliseleşmiş ve skolastiğe hapsolmuş yapısına karşı tepkilerden ortaya çıkmıştır. Tarihî olarak bu yaklaşım sistematik olmayan bir şekilde çok daha öncelere dayandırılabilir.
Risale-i Nur’da aklın inanca götüren mertebeleri şöyle sıralanmıştır; Tahayyül - tasavvur - taakkul- tasdik- izan - iltizam - itikat.
Aklın tek başına tam olarak hakikate gidemediğini kabul edersek şu durumda vahyin kabul edilmemesi imkân dışıdır. Herkesi konuşturanın kendisinin konuşmaması muhaldir. Allah, vahyi insanın aklı için bir pusula mahiyetinde göndermiştir.
Vahiyle ilgili şunu diyebiliriz ki; Yaratıcının iki tür konuşması vardır. Bir sultanın önce basit bir tebaası ile küçük özel bir iş için görüşmesi ki, bu hakikatte ilhamdır.
Ardından seçkin memuru ile yüce bir mesele için konuşması ise vahiydir.
Bu hakikatler makuldür. Fakat her akıl ne yazık ki yetişememektedir. Bu gibi meseleleri göz önünde görmek isteyenlere Bediüüzzaman, “Her şeyi maddede arayanın aklı gözüne inmiştir. Göz ise maneviyata kördür.” diyerek cevap vermiştir.
Diğer yönden bilim ve din de aynı şekilde birbirinin yerine geçen değil, birbirini tamamlayan kavramlar olarak kabul edilmiştir.
Zira bize Yaratıcıyı tarif eden üç büyük muarriften biri bu kâinattır. Kâinatın yaradılış gayesi; “muhabbet, nübüvvet, ubudiyet, duâ, şükür, hamd, görmek ve göstermek istemek” gibi maksatlardır. Bununla birlikte nasıl ki Kur’ân bize Yaratıcıyı tanıtan âyetler ise, bu âlemde aynı şekilde kevnî âyetlerdir. Bediüzzaman’a göre şeriat ikidir; kelâm sıfatına dayanan ve insanların ihtiyarî fiillerini düzenleyen şeriat; diğeri ise irade sıfatına dayanan tekvinî emirler olan fıtrî şeriattır. Fıtrî şeriat ise belirttiğimiz gibi kâinatta sürüp giden Âdetullahın toplamından ibarettir.
Âdetullahın hükümran olduğu bu âlemde her an tasarruf-u İlâhî devam etmekte olup Yaratıcı kendini bize devamlı tanıttırmaktadır. Acaba Allah bu kâinatı bir kere yapsın ve bütün işleri şuursuz, kör ve sağır sebeplere havale edip çekilmesi mi daha mantıklıdır. Yoksa bu kâinatı sonsuz gücü ile yaratması ve her an tecelli edip kullarını duyması, görmesi ve cevap vermesi mi yaratılış maksadına daha uygundur? Zaten deizmin yaratılış gayesi konusunda bir fikri olmadığı da bilinmektedir. Zira yaratılışın sebep olduğu hakkında herhangi bir fikri oluşmamıştır. Sadece mükemmel bir yaratıcı fikri olup, O’nun bu âlemi neden yarattığı konusunda tutarlı bir açıklaması mevcut değildir.
Her şeyi her an yaratan, bilen, gören, varlıklarını devam ettiren ve devam etmeleri için her türlü ihtiyaçlarını her an karşılayan bir Allah’ı kabul etmemek, bütün bunların akılsız, kör, sağır, merhamet duygusu olmayan sebepler yapıyor anlamına gelir. Bu ise kabulü mümkün olmayan bir durumdur.
Deizm vahyi inkâr ediyor
Deizm akımının diğer menfi yönü bu kâinat üzerinde esma-ı İlâhiye dediğimiz tecellileri atıl duruma düşürmesidir. Yani “âlemi bir defada yaratıp sonra kendi haline bırakıyor” inancını taşımak, bu âlemde Yaratıcının hali hazırda herhangi bir tasarrufunu kabul etmemek manasına gelir. Bu konuda deizm akımının reddettiği şey en temelde vahiydir. Vahyi reddetmekten esas gaye ise Peygamber (asm) ve mu’cizeleri kabul etmemektir.
Yaratıcının peygamber göndermesi İlâhî hikmetin bir gereğidir. Hikmet ise Allah için güzel sonuç, insanlar için en verimli ve en faydalı şeyin amaçlanması olarak yorumlanır.
Sürekli çalkalanan şu kâinattaki faaliyetlerin amacının ne olabileceği, varlıkların mahiyetinin ne olduğu ve nereden gelip nereye gittikleri sorusunu cevaplayacak bir elçinin ve keza insanları kesretten vahdete yöneltecek bir rehberin olmaması aklen ve mantıken düşünülemez. Nübüvvet, güzellik ve mükemmelliklerin esası, hak dinler saadetin anahtarıdır. Sahibin kendisini insanlara tanıtmaması muhaldir.
Diğer taraftan nübüvvet konusunda sadece naklî değil aklî olarak da ikna olmak lâzımdır. İnsanda çeşitli arzular bulunmakta, insan her şeyin en güzelini arzu etmekte, insanlığa lâyık yaşamak istemektedir. Bu meyillerin gereği olarak çok farklı alanlarda iş kolları yer alır. Bir insan her işe vakıf olamadığından diğer insanlarla iş birliği yapmaya ihtiyacı olur. Böylece herkes farklı alanlarda uzmanlık elde eder. Bu şekilde birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılarlar.
İnsanda fıtraten bulunan ve hayatın devamını sağlayan kuvve-i akliye, kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye olmak üzere üç kuvve vardır. Bunlar şeriatın bir sınır altına alınmasına rağmen imtihan gereği fıtraten bir sınır altına koyulmamıştır. Yani insan en aşağı mertebeden en yüksek mertebeye çıkmaya müsait bir varlıktır. Bu üç kuvvenin sınırlandırılması zordur. Orta yol olan istikamet sağlanamadığında haksızlık ve zulüm meydana gelir. İnsanlar bunun için adalete muhtaçtır. Fakat her ferdin aklı, adaleti anlamaktan aciz olduğundan, adaletten istifade etmeleri için küllî bir akla ihtiyaç vardır. Küllî akıl da ancak kanun ile olur. Bu kanun da ancak şeriattır. Şeriatın tesirini, icrasını temin edecek bir makam ve sahip lâzımdır ki, o da ancak peygamberdir. Dolayısıyla insanların toplum olarak yaşama gereğinden dolayı aralarında ortak bir karar mekanizması oluşturabilecek ancak kanundur. Bunu sağlama vazifesi de peygamberdedir. Deistlerin iddiası olan herkesin tabiî hukuka tabi olması gibi durumlar ise küllî bir kanun olmaksızın mümkün değildir.
Bu konu ile ilgili deistlerin kabul etmediği diğer bir kavram olan mu’cize meselesine gelince; Peygamberin (asm) zahirî ve batınî, halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için maddî ve manevî bir ulviyet ve imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, kendisini gönderen ile olan münasebetini göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır ki, bu delil de ancak mu’cizedir.
Mu’cize dâvâyı tasdiktir
Mu’cizeler, Allah’ın alışılmış tabiat kanunlarının dışında ve meydana gelmeden önce bildirdiği vasıtasız, doğrudan doğruya kendi fiilî olup elçisinin dâvâsını fiilen tasdike yönelik ortaya çıkmaktadırlar. İslâm düşünce geleneğinde bu kavram “adetini bozan padişah” misali ile de akla yakınlaştırılmaktadır. Yani bir elçi padişahın emriyle hareket ettiğini göstermek için halka delil olarak “padişah benim sözümle şöyle yapacak” dese ve padişah da normal bir adetini o elçisi için bozsa sözlü olarak ifadeden daha kuvvetli bir surette o elçinin tasdikini sonuç vermektedir. Aynen öyle de mu’cize olayında Yaratıcı, elçisinin kendi emriyle hareket eden bir memuru olduğunu halka göstermektedir.
Bu mu’cizeler icbar için olmayıp akla kapı açıp iradeyi elden almamak şeklinde ifade edilir.
Deizmin buna karşı çıkışı, kendilerine göre bu olayların tabiat kanunlarına müdahalesi gibi algılanmasından kaynaklanır. Halbuki evvelâ kanunu koyan kim ise dilediği gibi tasarruf yetkisi vardır. Diğer taraftan mu’cizenin manası içinde Yaratıcı dışında tam manasıyla bu kanunun bozulamayacağı ifade edilir. Bu fiil bizzat O’nundur ve sadece O’na aittir. Dolayısıyla tabiat kanunlarının herhangi bir şekilde sıkıntıya girmesi söz konusu değildir. Bilâkis Kur’ân’da âlemdeki düzenli işleyiş “sünnetullah”, “adetullah” gibi kavramlarda ifade edilir.
Bütün bunlardan sonra genel bir değerlendirmeye girecek olursak;
1- Aklî yaklaşımın dinî konularda yetersizliği görülünce deizmin popülerliği azalmıştır. Bilim alanındaki meşhurlar teizmi savunmuştur. Aklın bu konularda tek başına hareket edemeyeceği açığa çıkmıştır.
2- Mu’cize, vahiy gibi olguların esrarengiz görülüp eleştirilmesi tutarlı değildir. Zira bilimin konusu olan kâinat da çok gizemli ve esrarengizdir. Ya da dinî kaynaklı çatışmalar dinin kendisini haksız göstermez. İnsanlar din dışında başka şeyler için de savaş yapmaktalar. Bu dini yanlış anlamaktan kaynaklanan bir sıkıntıdır.
3- Deizmin dinlere yönelttiği eleştirileri ateistler de onlara yöneltmektedir. Yani deizm ateizme bir basamak kala bir konumda yer almaktadır.
Deizm dinin kendisi değil solgun ve ölgün bir yorumudur. Dünyayı ve insanı yaratıp kendi haline bırakan, bir daha ilgilenmeyen, yardımına koşmayan bir yaratıcıya insan neden inansın? İnsanın fıtratında zayıflık, acizlik, sonsuz bir kudrete bağlanma hissi her daim mevcuttur. Bunun içindir ki tarih boyunca bir arayış içinde olunmuştur. Dinî bir değeri olmayan hiçbir topluluk da yoktur. Bunun için hususan semavî dinlerin temel esaslarını oluşturan bazı inançlara olumsuz bir gözle bakan deizmin günümüzdeki insanlara bir tatminiyet sağlaması hem aklen hem de kalben pek mümkün gözükmemektedir. Son zamanlarda bu kavramın biraz gündemde olmasını ise gerçek bir olgudan ziyade bir etiketleme olduğunu düşünmekteyiz. Zira deizmde yaratıcı inancı gayet kuvvetlidir. Mükemmel bir tek tanrı inancı vardır. Sadece O’nun âleme müdahalesi kabul edilmez. Bugünkü genç kuşakta ise bu gibi konular hakkından ciddî bir muhakeme yerine derin bir lâkaytlık ve laubalilik hâkimdir. Gençler bu konuları düşünmeden diledikleri gibi yaşamak istemektedirler. Bunun ise bir tarafı deizme yol açarken daha kuvvetli yanı agnostizme kapı aralar. Bunun için bu konudaki sıkıntıları aşmanın mühim bir yolu gençleri ölçülü bir muhakeme ve tefekküre götürmektir. Buna ihtiyaç duymalarını sağlamaktır.