Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu etkin teşhisler karşısında, bu teşhise kulak vermemek tam bir ihanet manzarasıdır. Akla gelen şu ki, zamanın idarecileri çok da bu nasihatlere kulak verecek ve yöredeki problemlerin giderilmesini isteyen, arzu eden bir yapıda olmadıkları,—özellikle de bugünlere kadar gelen uzantıları düşünüldüğünde—apaçık anlaşılıyor.
Demek ki iyi niyetli idareciler olsaydı, bölgenin içinden gelen ve buradaki yapıyı çok iyi tahlil eden bir âlimin reçetesine kulak verilirdi.
Bediüzzaman, aynı konunun hemen devamında, “Şarkı ayağa kaldıracak dindir” diyerek, buradaki önemli unsura dikkatleri çekmiş ve şöyle bir teşhis koymuştur: “Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi Kader-i Ezelinin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir. Madem Şarkı intibaha getirdiniz. Fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa’yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalır.”
Gelin görün ki, bu teşhisler görmezden gelinmiş, hatta yönetimin başındakiler tarafından dışlanmış, tamamen aksi bir adım atılarak dinsiz politikalar uygulamaya konulmuştur. İşte o gün bugündür yaşanan olaylar bu zehirlenmenin sonuçlarıdır.
Bu problemlerden devlet ve toplum ya da birey bazında kurtulmanın yolu, konulmuş sağlıklı teşhise geri dönülmekten başka yoktur. Yani Kur’ân kaynaklı bir yaklaşım, artık gelinen noktada çıkış noktası olarak kendini göstermektedir. Yoksa sıkıntılar yaşanmaya devam edecektir.
Bir de yöreye gönderilen idarecilerin dinden uzak bir yaşantı ve davranış içerisinde olması, kişinin içinde bulunduğu makama olan itibarı tamamen bitirmektedir. Böylece devlet otoritesi kendini zulümle göstermeye başlamaktadır ki, bu da devlet yapılanmasına hiç de uygun olmayan bir yaklaşım tarzıdır.
Devletin şefkatli yaklaşımının olmadığı yerde, hem bu içinde şefkat olmayan, baskı ve zulüm olan davranışlar kullanılabilecek hem de kendisini dışlanmışlık duygusu içinde hisseden insanlar şaşkınlaşacaklardır.
Bediüzzaman, bölgedeki meydana gelen hadiselerin sebeplerini teşhis ederken, “cehalet, zaruret ve ihtilâf” dediği hastalıkların tedavisi için “marifet, san’at ve ittifak” olarak formülüze etmiş ve bunu da aşama aşama projelendirmiş ve uygulama için devlete teklif sunmuştur.
Hatta bu konularda Bediüzzaman eserler vererek, insanların zihinlerindeki meselelere çözüm getirirken, Münâzarât’ı; idarecileri uyarmak için ise, Divan-ı Harb-i Örfi isimli eserleri yazmıştır.
Bu eserler bugün de tazeliğini korurken, problem de çözüme kavuşmuş bulunmamaktadır.
Ama bu çözüm tekliflerine karşı, dönemin idarecileri, güneydoğu ve doğu şehirlerinin dağlarına, taşlarına, adeta insanları tahrik anlamı içeren cümleler yazmış ve insanlarda devlete karşı tavır almanın yolunu açmıştır. “Ne mutlu Türküm diyene.”, “Bir Türk dünyaya bedeldir.” gibi sözlerle halk tahrik edilmiştir.
Şimdilerdeki bazı hükümet açıklamaları ise, sadece söylemde yer almaktadır. Bu söylemdeki doğruların hayata geçmesi zarureti kendini göstermektedir.
Netice itibariyle diyebiliriz ki, zamanında Bediüzzaman’ın Kur’ânî teşhislerine kulak verilseydi bugün Türkiye’nin başını ağrıtan, Doğu ve Güneydoğu’daki problemler ve terör hadiseleri olmazdı.
Bu hadiseler bağlamında Nur Talebelerinin tutum ve davranışları nasıldır? Nasıl bakıyorlar? Bu olaylara çözüm olarak neleri, nasıl düşünüyorlar? Bu konularda neler söylemek istersiniz?
Nur Talebelerinin Doğu ve Güneydoğu’daki varlığı, terörün önündeki en büyük engeldir. Risâle-i Nur’la insanların imanları tahkiki oluyor. Tahkiki olan iman sahibi insanlar da, ‘Mü’minler kardeştirler’ düsturunu ve ‘Kendin için ne istiyorsan, mü’min kardeşin için de aynı şeyi istemelisin’ esasını hayatına rehber ettiklerinden, sorumlu bir insan örneği olmuş olmaktadırlar. Hatta pek çok Risâle-i Nur eserleriyle hayatını şekillendirmiş insan, ‘Eğer biz Nurlarla tanışmasaydık, bu gün aynı yanlışın içine biz de sürüklenirdik’ demektedirler.
Zaten Nur medreselerinde yaşayan, eğitim gören farklı farklı renkte, ırkta, dilde, memlekette insanlar aynı öğrenci evlerini paylaşmakta ve iman kardeşliğinin nasıl bir hassasiyet taşıdığını fiilen göstermektedirler.
Doğu ve Güneydoğu’da din hakim cereyan olduğu için, burada problemlerin çözümüne yönelik bir adım atmak isteyenin kesinlikle bu cereyanı dikkate almak zarureti ortadadır. Nitekim bu iman kardeşliğidir ki, insanlar arasında duygu bağı oluşturmakta ve hatta evlilikler kurularak, akrabalık ilişkileri kan bağına da dönüşmüş bulunmaktadır.
DİN İLİMLERİ İLE FEN İLİMLERİNİN BİRLİKTE OKUTULACAĞI OKULLAR AÇILMALIDIR
Bediüzzaman, Doğu ve Güneydoğu ile sadece manevî dinamikleri harekete geçirmek noktasında ilgilenmemiştir. Aynı zamanda, Doğu’daki problemlerin aşılabilmesi için insanlardaki cehaletin giderilmesi gereğinden hareketle, Medresetü’z-Zehra namıyla bir üniversite teşekkülünü tasarlamış ve hatta gider-gelir, öğrenci durumu, dil durumu gibi detayları bile düşünerek adım atmıştır.
Zamanında Sultan Reşat’tan destek gören projenin hayata geçebilmesi için zamanın şartları ve yaşanan olaylar buna müsaade etmemiştir. Ancak sonrasındaki gelişmeler bu adımı çok daha gerekli kılarken, ülke yöneticilerinden bu âlim düşünürün projesine ilgi gösteren olmadığı gibi, onu memleket memleket sürmüşler ve adeta düşünmenin cezasını çektirmişlerdir.
O zaman günümüzde ortaya çıkan durumda ise, ya üniversiteleri çift kanatlı birer eğitim yuvalarına çevirmek ya da böyle eğitim yapan kurumlar açmak şıkkı kaybolmuş değildir.
Nitekim eğitim sistemi insandaki bu manevî dinamiği, vicdanı, kalbi besleyemediği için, evet belki insanlar pozitif bilimler okuyorlar, diplomalar alıyorlar, ama kendilerini de, yakınlarını da ayakta tutacak manevî dinamiklerden yoksun yetişiyorlar.
Bu da çok ciddî bir kayıptır.
Yani içinde duygu olmayan, moral olmayan, maneviyat olmayan, ahlâk olmayan, inanç olmayan bir eğitimin ruhu olmayan bir ceset gibi değerlendirilmesi kaçınılmazdır.
Manevî eğitimi de gözetilmiş gençlerin eğitim süreçlerinin devamlılığının sağlanması ve onları yanlış adımlara karşı yapıcı bir şekilde eğitmek çok önemli bir sosyal devlet sorumluluğudur.
BİR ŞEFKAT DEVLETİNE İHTİYAÇ VAR
Bu atmosferde devlet yönetimine ve yöre insanına neler düştüğünü düşünüyorsunuz açıklar mısınız?
Devletin halk nezdinde, itibar kazanması adalet devleti, şefkat devleti olmasına bağlıdır. Bu da devletin, vatandaşlarının hepsine eşit mesafede ve muamelede olmasına, yani hukukî normların işleyişinde bir eksikliğin olmamasıyla ilgilidir.
Devletin şefkat devleti olabilmesi, suçlu ile suçsuzu birbirinden ayırt edebilmesi demektir.
Devletin şefkat elini göremeyen küskün insanlar, birçok huzursuzluğun sebebi olmuştur. Elbette ki huzursuzlukların tek sebebi bu değilse de, bu problem önemi inkâr edilemez bir gerçektir.
Bir bütün halinde geçmişte yaşanan hadiselere bakıldığında devletin yaşanan hadiselere karşı şefkat ve adaletle yaklaşıp, suçluyu suçsuzdan ayırarak, sadece suçluyu cezalandırması, günahı olmayanlara şefkatle yaklaşması gerekir. Fakat acı ki bu hep de böyle olmadı. Konuyu, “Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri” isimli eserimizden takip edelim: “Meselâ, Şeyh Said Hadisesinden sonra 4 Mart 1925’de çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile Şarkın tamamı cezalandırılmış, göçe zorlanmış, muhalifler sindirilmiş, hatta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılarak mensuplarının bir kısmı cezalandırılmıştır. Benzer uygulamalar bütün isyanlardan sonra da görülmüştür. ‘Tedip Harekâtı’ sırasında bir çok defa suçlunun yanında, suçsuzun da cezalandırıldığı bir gerçektir.”
Durum böyle olunca, elbette devlete olan bakışta problemler oluşmaya başlamaktadır. Günümüzde bölgede yaşanan olağanüstü hal görüntüsü içeren uygulamalar bölge halkı tarafından da garip karşılanmaktadır.
Konuyu Bediüzzaman’ın veciz cümlesiyle tamamlayalım: “Bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet yüz masumu bir kaç cani için zararlara sokar. Meselâ hatalı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.” (Emirdağ Lâhikası.)
Doğrusu devlet yönetimine düşen çok önemli sorumluluklar bulunmaktadır. Özellikle bu güne kadar bölgede yaşanan devlet adına olumsuzluklar, yanlışlar, hak ve hukuk ihlâlleri için yöre halkından ve bu tür bir muameleye maruz kalanlardan özür dilenmelidir. Evinden, barkından, köyünden, şehrinden ayrılmak zorunda kalan insanlardan özür dilenmelidir. Ve tabiî bu vatandaşlarımızdan sadece özür dilemekle kalmayıp, göç ettikleri şehirlerdeki takiplerini yaparak, onların nasıl geçindiklerini, ne gibi bir hayat tarzının içine düştüklerini sosyal devlet anlayışıyla bilmek ve ona uygun da adım atmak durumundadır.
Yoksa yine dikkate alınmamış aynı insanlarla bu kez büyükşehirlerde uğraşmak zorunda kalınmaktadır.
Devletten gelecek, geçmişe dönük adımların izalesiyle birlikte, bir de hâl-i hazırda yaşanan hayattaki aksaklıkların neler olduğunun tesbiti; eğitim, sağlık, güvenlik gibi tedbirlerin tam olarak alınıp, vatandaşın tam bir güvenliğinin sağlanması ve devletin maddî ve manevî varlığının tam tesisi şarttır.
Elbette ekonomik durum belki işin en can alıcı noktasıdır. Özellikle de eğitim ortamlarına gidememiş, çalışma imkânları da olmayan gençlerin durumlarına acilen çözümler bulunmalıdır. Zaten pek çok rahatsızlık, imkânsızlıklardan, meşguliyetsizlikten ve sorumluluk geliştirememekten kaynaklanıyor.
Devlet, özellikle yöredeki yer altı ve yerüstü kaynaklarını harekete geçirerek, yöredeki vatandaşın buralarda istihdamını sağlamak durumundadır.
MUSTAFA ÖZTÜRKÇÜ