Bediüzzaman Said NursÎ: “Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum” diyor. Burada dikkat edilecek önemli hususlardan birisi “İslÂmcı” ya da “milliyetçi” gibi siyasÎ manaları kullanmıyor. Bediüzzaman ırkçılığı “Avrupa’nın Müslümanları parçalamak için içimize attığı bir Frenk illeti” olarak tarif eder.
Asrın mahkemesi, çağların müdafaası: Divan-ı Harb-i Örfî şerhi Dizi-4
HASAN GÜNEŞ[email protected]
***
31 Mart Hadisesinde Divan-ı Harb-i Örfîde dedim ki:
Ben talebeyim. Onun için her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum. Onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.
Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddarane hallerini tenkit ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için, “O gün ki, bütün sırlar ortaya serilir.” (Târık Sûresi, 86:9) sırrınca, kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyak ile müheyyayım. Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî garaipperest, İstanbul’un acaip ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder! Ben de ma’rez-i acaip ve garaip olan âlem-i âhireti, o hâhişle görmek istiyorum. Şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib ediniz! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!
KAVRAM KARGAŞASI
İslâm dünyası yüz-yüz elli yıldır büyük bir kavram kargaşası içerisindedir. Aynı kavram ve kelimeler farklı şekillerde hatta zıt manalarda anlaşılmakta ve kullanılmaktadır. Birçok kavram bazıları tarafından kasıtlı olarak suiistimal edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri bu müdafaasında kavramları yerine oturtmaktadır. Prensiplerini çizerek kavramlar ve esaslar üzerinden hem kendi müdafaasını hem de İslâm’ın ve insanlığın müdafaasını yapmaktadır.
“Ben şeriat talebesiyim her şeyi şeriatın ölçüleriyle ölçüyorum” diyerek hem kendi prensibini ortaya koyar hem de mahkeme heyetine adeta “sizin ölçüleriniz ve kriterleriniz nedir?” diyerek onları adalete dâvet eder. Ayrıca “talebesiyim” diyerek yeni bir ölçü icad etmediğini mevcut ve cihanşümul olan şeriat ölçülerini öğrenip uygulamakla mükellef olduğunu vurgulamaktadır.
Milliyetçilik, Turancılık, Türkçülük
“Bizim milliyetimiz İslâmiyet’tir” diyerek o zamanlar meşhur olan ve kurtuluş çareleri olarak tartışılan milliyetçilik, Türkçülük, Turancılık, Osmanlıcılık ve İslâmcılık gibi görüşlere de atıf yaparak yine müdafaasının esaslarını ortaya koyar.
Devletin kurtuluşuna çare arayanların bir kısmı Batı’yı taklid ederek Türkçülüğü savunmaktadırlar. Dinî değerlerin ikinci, üçüncü plana itildiği, sadece Türklerden oluşan bir devlet ya da her şeyin Türklere göre dizayn edildiği bir devleti kurtuluş olarak görüyorlardı.
Turancılar ise daha geniş bir coğrafyayı hedefliyordu. Turancılığın esas kaynağı Macaristan olarak bilinmektedir. Slav birliğine karşı yalnız kalan Macarlar, Yahudi asıllı Macar şarkiyatçı Hermann Arminius Vambery’in Turan fikrine sarıldılar. Finliler, Macarlar, Türkler ve Moğollar Turan kavimleri sayılıyordu.
Yahudi kökenli şarkiyatçı ve dil bilimcilerin Turan hakkındaki kitapları da Türkçeye sür’atle tercüme edildi. Ziya Gökalp gibi kişilerin öncülüğünde de Turancılık kurtuluş çaresi olarak görülmekteydi. Akım Rusya’dan gelen Tatar ve Azeri Türklerinin de etkisiyle İstanbul’da hızla yayılıyordu. Ortadoğu’nun terk edilerek Orta Asya’ya kadar uzanan bir devlet cazip görülüyordu. Bilindiği gibi bu ideolojiler de ilerde uygulamaya konuldu. Orta Asya’ya kadar uzanamasak da en azından Ortadoğu terk edildi.
Turancılığın Osmanlı’daki ideolojik mimarı Ziya Gökalp de Divan-ı Harb-i Örfî’ye çıkarılıp yargılandı. Ancak bu mahkeme Birinci Dünya Harbi’nin bitişinden sonra İngilizlerin kurdurduğu bir mahkeme idi ve güya “savaş suçluları”nı yargılayacaktı. Gökalp İstanbul’daki Divan-ı Harb-i Örfî’deki Turancılığın “hedefinin askerî yayılmacılığa zemin hazırlama” iddiasını reddetmiş ve “Turancılığın bir kültürel bağ olduğunu ileri sürerek” geri adım atmıştır.
NATIONALISM MİLLİYETÇİLİK AYRI KAVRAMLARDIR
Batı’daki “nationalism” Türkçeye “milliyetçilik” olarak tercüme edilmiştir. Ancak kelimeler tam olarak birbirlerini karşılamaz. Fransızca okunuşuyla nasyonalizm kavmiyet, kavmiyetçilik ya da sonradan uydurulan “ulusalcılık” gibi kavramlara karşılık gelmektedir ve “ırk” ağırlığı daha fazladır. Milliyet ve milliyetçilikte ise din, kültür ve gelenekler daha ağırlıklıdır.
Batı’da Büyük Fransız ihtilâliyle yükselişe geçen milliyetçiliğin etkileri Asya’dakinden farklı olmuştur. Batı’da ırklar Anglo-Sakson misalinde olduğu gibi bütünleşmelerini çağlar öncesinden tamamlamışlar ve homojen bir yapı oluşturmuşlardır. Bütünleşemeyenler biri diğerini yok etmiştir.
Bizdeki unsurlar ve ırklar ise birbirlerinin hak ve hukukuna riayet ederek asırlarca beraber yaşamışlar. Ayrıca sürekli bir nüfus hareketliliğinin olduğu ve göçlerin yaşandığı bir bölgedir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle su gibi bileşim değil hava gibi karışımdır.
Batı’da milliyetçilik nadir olarak içi savaşa ve bölünmeye sebep olmuştur. Daha çok Fransız - Alman ve İngiliz rekabetlerinde olduğu devletler arası savaşlara sebep olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’na gelinceye kadar pek çok savaşın kaynağında milliyetçilik ağır basar.
Osmanlı’da ve Asya’da ise milliyetçilik sür’atle ırkçılığa dönüşmüştür. Çağlar boyu beraber yaşamış milletler ve kavimler devlet kurmak için silâha sarılıp büyük katliâmlara sebep olmuşlardır. Sırp, Bulgar, Arnavut, Yunan ve daha sonra Araplar gibi koca devlet kısa sürede dağılmıştır. Hâlâ pek çok bölgede ırkçılık kökenli krizler devam etmektedir.
Bediüzzaman Said Nursî bu hareketlenmelerin başladığı dönemlerde Babil Kulesi’ndeki kavimleri teşekkülü ve dağılma efsanesine benzeterek “Tebelbül-ü akvam” demiştir.
Osmanlıcılık
Osmanlı’nın ilim, teknoloji, askerî ve siyasî sahalarda özellikle haklar ve hürriyetler konusunda Batı’nın gerisinde kaldığı yakın dönemlere kadar memlekette herkes ister Rum, ister Ermeni olsun Osmanlı olmakla iftihar ederdi. Osmanlıcılık birleştirici bir unsurdu. Meşrûtiyete giden süreçte Osmanlı münevverlerinin büyük ekseriyeti kurtuluş çaresi olarak Osmanlıcılığı daha güçlü olarak canlandırmakta görüyorlardı.
Osmanlı’da bir ayırım yoktu. Bürokraside Rum, Ermeni ve Yahudilerin ağırlığı mevcuttu ve aralarında ciddî bir rekabet vardı. Aralarındaki mücadelenin galibi nihayetinde daha uzun vadeli düşünen Yahudiler oldu.
Başta İttihat ve Terakki Cemiyeti ya da Fırkası da Osmanlıcı idi. İktidara gelince İslâm milliyetçililiği, Türkçülük ve Turancılık gibi akımlar ağırlık kazanmaya başladı. İttihatçılardaki bu değişimde Balkanlardaki bazı bölgelerin elden çıkmasının meydana getirdiği hayal kırıklığının tesiri büyüktür. Ayrıca yukarıda bahsettiğimiz Ermeni, Rum ve Yahudi rekabeti parti içerisinde de Yahudilerin galibiyeti ile sonuçlanmıştı.
Hem bu akımların etkisi hem de partinin istibdada yönelmesi sebebiyle Rumlar ve Ermeniler partiden uzaklaşmaya başlamışlardı. Bir kısım çeteler tekrar dağa çıkmıştı. Demokrasiyi çare olarak görenlerin bir kısmı da Ahrar Fırkası’na destek vermeye başlamıştı. Divan-ı Harb-i Örfî mahkemeleri ve diğer uygulamalar ile Ahrar Fırkası da bitirilince bazılarına göre çözüm yolları tükenmişti. Osmanlıcılık da bu şekilde sona yaklaşmış oldu.
İslÂm milliyetçiliği
İslâm milliyetçiliği de Osmanlı’da güçlü akımlardan birisidir. İttihatçıların içindeki gittikçe güç kaybeden muhafazakâr kanadın ekserisi İslâm milliyetçisi ya da İttihad-ı İslâmcı yani İslâm Birliği’ni savunanlardı. Önemli hataları olmakla birlikte Enver Paşa’da İslâm Milliyetçiliği ya da İttihad-ı İslâmcılık ağırlıklıdır. Partide İslâmcılar olmakla birlikte Cemal Paşa gibi partinin ileri gelenlerinin yaptıkları ırkçı ve despot yönetim Osmanlı’nın Arap dünyasında kan kaybetmesine sebep olmuştur. Yine Sultan II. Abdülhamid’in İslâm milliyetçiliği ya da İslâm Birliği politikaları meşhurdur.
Bediüzzaman Said Nursî: “Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum.” diyor. Burada dikkat edilecek önemli hususlardan birisi “İslâmcı” ya da “milliyetçi” gibi siyasî manaları kullanmıyor.
Bediüzzaman Said Nursî ırkçılığı “Avrupa’nın Müslümanları parçalamak için içimize attığı bir Frenk illeti” olarak tarif eder. (On Altıncı Mektup) Türkçü, Kürtçü ve Arapçı şeklinde birbirini besleyen bulaşıcı bir hastalık.
Muhtelif konuşmalarında ve makalelerinde bizim milliyetimizin İslâm’dan ayrı düşünülemeyeceğini ve çarenin hak ve hukuka riayet eden İslâm kardeşliğinde olduğunu belirtir.
DEVAM EDECEK