Japonya Büyükelçiliği birinci müsteşarını Japon Yılı münasebetiyle Yeni Asya’ya dâvet etmiştik ve şunu söyledi; Bugün dünyada, hele hele Batıda yükselen İslamofobiye karşı okumuş entelektüel olarak kabul ettiğim bu cemaat-i Nuriye ile Allah bunun da önünü kesecektir.
NUREDDİN TOKDEMİR’İN HİZMET HATIRALARI (4)
***
Biliyorsunuz Üstad 1907’de İstanbul’a geliyor. 1892- 1907 uzun bir zaman Van’da kalıyor. Daha önce Bitlis’te Ömer Paşa, Hasan Paşa, daha sonra Van'da Tahir Paşa. Üstad Hazretleri diyor ki; Benim hayat-ı ilmiyeme o günler ihzariye hükmüne geçmiş. O zaman Şerif Mardin de bahsediyor; Londra’da eline Kur’ân-ı Kerîm-i alıyor ve “Müslümanlara hâkim olmak için ya bu kitabı ortadan kaldıracağız veyahut da bu kitaptan Müslümanları soğutmalıyız” deniyor. Ve 19. yy’ın sonu 20. yy’ın başlarında da görüldüğü gibi, adım adım bu harekât bir yere varmış. Üstad Hazretleri’ne bunu gösteriyorlar. Diyor ki Şerif Mardin: Bu onda öyle bir fikrî infial meydana getirdi ki “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir manevî güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya ispat edeceğim” dedi.
Allah’a şükür bugün 81 ilde, 93 devlette artık Risale-i Nur okunmaya başlandı. Bunu daha ileri götürmek lâzım. Japonya Büyükelçiliği birinci müsteşarı Keisuke Yamanaka’yı Japon Yılı münasebetiyle Yeni Asya’ya dâvet etmiştik, orada görüşme yaptık, şunu söyledi: “Bugün dünyada hele hele Batıda yükselen İslamofobiye karşı okumuş entelektüel olarak kabul ettiğim bu cemaat-i Nuriye ile Allah bunun da önünü kesecektir.” Çünkü öğretilen yanlış İslâmî bilgiler maalesef çok can yakıyor. Onun için Üstadımız, ‘Biz doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e doğru icabeti göstersek, onlardan fevc fevc, akın akın İslâmiyet’e geleceklerdir. Bütün mesele sahip olduğumuz iman hakikatlerinin ve İslâmî hakikatlerin ef'alimizde ve ahlâkımızda görülmesiyle oluyor. Biz hakikaten hayat safhasında İslâmiyet’in istediği ahlâkı, İslâmiyet’in istediği o fiilleri ve davranışları ortaya koyabilsek… Çünkü insanların kulaklarından ziyade, gözleri çok önemlidir. Görecek, diyecek ki: ‘Ne kadar mükemmel bir insan.’ Üstadımız sanıyorum Gazali’den almıştır: Lisan-ı hal, lisanı kal’den daha tesirlidir. İnsan hiç konuşmasa bile hal diliyle yaşayan o İslâmî şahsiyete karşı fıtrî bir sevgi, yakınlık hâsıl oluyor. Onun için bunu hayata taşımak lâzım. Bu çok önemli bir mesele.
Yusuf İslam diyor ki: “Ben bugünkü Müslümanların halini görsem belki de İslâmiyet’le tanışamayacaktım. Ancak ben hakikatle karşı karşıya kaldım ve öyle Müslüman oldum.” Colin Turner de diyor ki: “Ben İslâmiyet’e tarafgir oldum, ama tasdik meselesinde Risale-i Nur okuduktan sonra kendimi mü’min gördüm.” Bugün Risale-i Nur’un iman hakikatlerine kaim İslâmî meselelerini hiç durmadan çok ciddî anlamda bütün kitle iletişim alanlarında anlatmak gerekiyor.
Üstadın duruşu dünyada konuşuluyor
Günümüzde artık ifade hürriyeti yalnız siyasî bir kavram olmaktan çoktan çıkmıştır. Artık bu mesele teknolojiye taşındı. Kitle iletişim mecralarının, başta gazetelerin olmak üzere, diğerlerinin tamamının en güzel şekilde İslâmiyet lehinde kullanılması meselesidir. İfade hürriyeti buraya da taşınmalıdır. Çünkü dünyanın en önemli meselesi, insanın düşündüklerini en rahat şekilde ifade etmesidir. Üstad’ın hayatını şöyle bir gözden geçirin, nerede hürriyet? “Hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir.” Üstad dünyaya meydan okumuş o noktada ve bu duruşu, bugün dünyada konuşuluyor.
İbrahim Nakşibendi, Yeni Asya gazetemizin tertip etmiş olduğu bir panelde kürsüye geldi ve bir konuşma yaptı. Dedi ki: “Ben Suriye’den geliyorum. Ben dünyaya bakıyorum. Şu anda mürşid-i kâmil Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’dir. Onun metodu ve onun yöntemidir. Cihad anlayışı Bediüzzaman’a göre ele alınmalıdır. Bediüzzaman’ı Bediüzzaman yapan, onun elinin hiç kimsenin cebinde olmamasıdır.”
Sizden ücret istemeyenleri dinleyin
Şöyle: Üstadımız bunu tâ 30’lu yıllarda dünyaya anlatıyor: “Neşr-i hak için enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz.” Biz hakaik-ı imaniyeyi ve esasat-ı İslâmiyeyi eğer Risale-i Nur’un 6000 sayfasında anlatıldığı gibi, buna perde olmadan, sırf Rıza-i İlâhî için, ihlâsla ve bütün samimiyetimizle, bu meselelere kendi telifimiz gibi–Risale-i Nur Talebesinin vasfı odur–sahip olup bunu neşredersek, bunu yolu enbiyalara ittibadan geçiyor. Peygamber nasıl yapmışsa Üstadımız da bir vâris-i Peygamberi olarak aynı yolu ikrar etmiş. Ne diyor: “Hakkın neşri için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’ân-ı Hâkimde hakkı neşredenler ‘Benim mükâfatım ancak Allah’a aittir’ diyerek insanlardan istiğna göstermişler.”
Bizim Antakya’da makamı bulunan Habibi Neccar Hazretleri’nin kıssasında da geçer, yani bu insanlar halleriyle gelmiş, burada hakkı neşrediyorlar. Ama bunun karşılığında kesinlikle hiçbir şey talep etmiyorlar. Yalnız onlar tevhidi anlatıyorlar, gidin onları dinleyin. Ve şu ifade geçiyor Sûre-i Yasin’de: “Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun.” (Yasin Sûresi 21) Üstad Hazretleri de burada çok önemli bir şey söylüyor. Diyor ki: “insanlar hırs ve tama yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar.”
Çobanların bıraktığı hediye yoğurda dokunmadı
Üstad Çam Dağı’nda çobanları çok seviyor. Bir talebesine demiş ki, bu risaleleri o dağdaki çobanlara götürüp vereceksin. Daha sonra çobanlar iki bakraç yoğurtla bağırıyor “hoca efendi, hoca efendi” diye. “Bak” diyorlar “bakraçlar aşağıda, bu yoğurtlar senin, ye.“ Üstad sesleniyor “kardaşım dur…” Ve ses gitmiyor. Çoban zannediyor Üstad Hazretleri bunu kemal-i afiyetle yiyecek. Aradan zaman geçiyor, çobanlar geliyor bakıyor ki, bakraca kimse el atmadığı gibi yoğurtlar da bozulmuş. Üstad onun karşılığını vermeden kim olursa olsun kesinlikle bu yolu kapatıyor.
Çünkü bu noktada verilecek küçük bir taviz makası açar, çok yanlışlara götürebilir. Üstad bunun için de mühim bir cümle söylüyor. O da şu: “Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle itam ediyorlar…” Bunlar diyorlar ilim sahibi olmuşlar, milletin eli başkasının cebinde, bu ilmin karşılığında bedel istiyorlar. “… İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır.” İşte Üstad da hayatında bunu fiilen tekzip etmiş. Onun için İbrahim Nakşibendi Bediüzzaman, eli başkasının cebinde olmadığı için Bediüzzaman’dır diyor. Ne kadar veciz ifade etmiş.
Tebrik etmek lâzım.
***
Japonya’nın Ankara Büyükelçiliği Müsteşarı Keisuke Yamanaka ile TBMM Eğitim Komisyonu Eski Başkanı Nurettin Tokdemir, temsilcimiz Mehmet Kara’nın da iştirak ettiği ve Kaya Grup Yönetim Kurulu Başkanı iş adamı Ali İhsan Kaya’nın evsahipliğinde gerçekleşen yemekli toplantıda bir araya geldi. Kaya Grup’un Ankara’daki merkezinde gerçekleşen buluşmaya Yeni Asya Gazetesi Yönetim Kurulu Üyesi Ali Vapur ve seçkin bir heyet de katıldı.
(...) Daha sonra Bediüzzaman’ın “içtihad kapısı açık mıdır?” sorusuna verdiği cevabı bilhassa merak ettiğini ifade eden Yamanaka, bu hususta da gazetemiz Yönetim Kurulu üyesi Ali Vapur’dan detaylı bilgi aldı. Bu tür fikir teatilerinin Yeni Asya heyeti ile Japon büyükelçiliği arasında devam ettirilmesi gerektiği konusundaki temennilerle birlikte toplantı sona erdi.
***
Japon Müsteşar Keisuke Yamanaka ise yaptığı konuşmada, böyle bir organizasyonun tertibinden ötürü duyduğu memnuniyeti dile getirerek, Yeni Asya camiası gibi entelektüel düzeyi yüksek bir toplulukla 2010 Japonya Yılı münasebetiyle bir araya gelip, ikili ilişkiler kurmanın önemini vurguladı.
Soruları da cevaplayan Yamanaka, panelde sunulan çok çarpıcı bilgilerden istifade etmekten dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
(...)“Said Nursî’nin ilginç ve sıradışı hayat hikâyesi bende derin bir hayranlık etkisi bıraktı. Türkiye’nin doğu ucunda, taşra sayılabilecek, kırsal bir kesim olan Bitlis gibi bir yerde dünyaya gelmesine rağmen, böylesi geniş bir ufka ve entelektüel birikime sahip bir âlimin yetişmiş olması beni şaşırtan şeylerin başında gelmektedir. Genellikle bir din adamı olarak tanınan Said Nursî, bana göre din adamlığının yanı sıra çok geniş bir ufka sahip ve diğer ilimlere vakıf olan ve ciddî önem veren, uluslar arası tecrübe sahibi bir bilim adamıdır. Böylesi bir âlimin hayatı boyunca eziyet çekmiş olması da beni hep şaşırtmıştır.”