12 Eylül’de Yeni Asya olarak biz hariç diğer arkadaşlarımız darbecilerin yanında yer aldılar ve bizi “Demirel yandaşı olmak”la suçladılar. Halbuki biz Demirel’e gittiğimizde Üstadın ölçülerini anlatıyorduk. O da yararlanıyordu.
Nur hizmetini daha yakından tanıma ve Türkiye’nin son elli, elli beş yılını Nurculuk perspektifinden değerlendirmek için
Biz cemaat olarak 1983 seçimlerini protesto etmek gerektiğine karar verdik. Çünkü demokratik haklarımıza saygı gösterilmemişti. Seçme hakkımız elimizden alınmıştı. Milletin arzu ettiği, hür iradesiyle seçmeyi istediği diğer partilere izin verilmemişti. Ancak “oy kullanmama” cezaî müeyyideye bağlandığı için sandığa gittik, fakat meşhur “tak, tak, tak” tekerlemesinin gereğini yerine getirip, mührü pek çok kez vurarak oy pusulasının iptalini sağlamış olduk. Ondan sonra da zaten mücadelemiz devam etti.
12 Eylül sonrası mücadelemiz, her türlü tehdit, yanıltma, saptırma, tecrit ve iftira kampanyalarına rağmen istikamet üzere devam etti. Biz samimi olarak ülkenin problemlerinin demokrasi ile çözüleceğine inanmıştık. Üstadımızdan aldığımız ders bizi bu inançta sabit, devamlı ve kararlı kılmıştı. Hürriyetçi parlamenter sistemi benimsemiş, insan haklarına taraftar, insanlığın saadeti için çalışan ahrar ve demokratların misyonu cumhuriyetten önce vardı. Yani Üstad, bu düşünceyi daha Demokrat Parti, Menderes yokken, cumhuriyetten evvel savunmuştu. Said Nursi gerçek hürriyetçiliği, gerçek çok partili sistemi savunan ve bunun İslâma uygun olduğunu söyleyen bir insandı. Yani biz onların değil, onlar Üstadımızın görüşüne, Risale-i Nur’daki o ölçülere yaklaştıkları için onlara uygunluk arz ettiği için onları destekliyorduk. Bu bakımdan ülkeyi yönetenlerde de bu özelliği bilhassa aramaktaydık. Bu özellik Menderes ve Demirel çizgisinde ülkeyi maddî açıdan da refaha götürmekteydi. Özgürlüklerin önü açılmakta, millet rahatlamakta idi. Din ve vicdan özgürlüğü noktasında Menderes ve arkadaşları hayatları pahasına ilerlemeler kaydetmişlerdi. Demirel’in uygulamaları bütün dinî gruplarca alkışlanıyordu.
Bu gidişat, hâkim gücün işine gelmediği için 27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri yapılmıştı. Her iki darbe de demokratlara yönelikti ve gerekçesi de aynıydı: irticaya taviz, ilke ve inkılâpların zafiyete uğratılması. Her iki darbe ile biz cemaat olarak birlik ve beraberlik içinde mücadele etmiştik. 12 Eylül’de durum değişmişti. Çünkü hâkim gücün taktikleri değişmişti. Bu sefer bütün İslâmî gruplar gibi -Yeni Asya olarak biz hariç-diğer arkadaşlarımız karşı safta, yani darbe ve darbecilerin yanında yer almışlardı.
Bu tutumun tabiî sonucu olarak, bu arkadaşlarımız bizi “Demirel yandaşı olmak”la suçlamışlardı. Halbuki biz Demirel’e gittiğimizde Üstadın ölçülerini anlatıyorduk. O da yararlanıyordu.
İşte bu arkadaşlarımız, kendi durumlarını gizlemek için böyle bir şaşırtmacayı kullanmak istediler. Bu, dikkatleri, üzerlerindeki “darbe taraftarı” etiketinden uzaklaştırmaya yönelik bir “gizleme taktiği” idi.
BİZ HEP DEMOKRAT MİSYONU DESTEKLEDİK
Bu durumun böyle olduğunun bir diğer delili de, demokrat misyonun seyrinde genel başkan değişikliklerinde takındığımız tavırdı:
Menderes’ten sonra özgürlük bayrağı el değiştirdi. Parti adı değişti; ama biz yine demokrat misyonu destekledik.
27 Mayıs İhtilâlinden sonra Demokratlara, özellikle sivillere parti kurdurmuyorlardı. Demokratlar da, Ragıp Gümüşpala’yı, parti kurmaya ikna etmişlerdi. Tehdit edilmesine rağmen vazgeçmemişti. Yeni kurulan AP’nin genel başkanı o oldu. Bu durum bizim bir değerlendirme yanlışına düşmemize sebep olmadı.
Sonradan bayrağı Demirel aldı. Aynı günlerde YTP (Yeni Türkiye Partisi) Ekrem Alican’a kurdurulmuştu ve Menderes’in oğlu da o partiye girmişti. Bu bizi, misyonu seçme noktasında yanıltamadı. Aynı basiret ve feraset 12 Mart’tan sonra gösterildiği gibi, 12 Eylül’den sonra da gösterildi. Demokrat misyon, hep doğru teşhis edildi ve kararlılıkla desteklendi. Bu durum, ölçüleri aldığımız kaynağın Üstada ait olmasından ve bizim ona sadakatimizden ileri gelmekteydi.
Ayrıca şu husus da 12 Eylül sonrası çizgimizi belirlemede önemli bir faktördü:
Her şeyden önce 12 Eylül darbesi, milletin hür iradesine vurulan bir “darbe”ydi; ona yapılan bir haksızlıktı. İkinci olarak iktidarda bulunan demokrat misyona ve onun lideri Demirel’e yapılan bir haksızlıktı. Çünkü diğer bütün partiler ve mensupları yargılandı ve bazıları ceza da aldı. Ama AP mensuplarından tek bir kişi bile yargılanmadı. Demirel de dâhil. Böyle bir haksızlığa sessiz kalmak mümkün değildi. Hele bir Nur Talebesinin sessiz kalması hiç mümkün değildi. Bedeli ne olursa olsun haksızlıklara ve zulme karşı çıkmak bize Üstadımızdan tevarüs eden bir “meslek” özelliğiydi. Bizim bu istikametli tutumuz karşısında, bizi “Demirelci” olmakla damgalamaya çalışan arkadaşların durumlarına bir bakalım:
Demirel’in çevresinden ayrılmayan, hatta onun bölgesinde milletvekilliği yapan insanlar 1980 sonrası ona düşmanca bir tavır içine girdiler. Âdeta onu “kâfir” ilân edercesine ifratkâr tutumlar geliştirdiler.
İlk seçimde Turgut Sunalp’in partisine rey verdiler. Tabiî o zaman, konseyle beraber hareket ettikleri için, Demirel’e karşı hareket etmeleri gerekecekti. Öyle de yaptılar.
Üçüncü dönemde, yani 1991 seçimlerinde -Demirel de yasakları kalktığı için DYP’nin başında seçimlere katılmıştı, “Kutsal İttifak”a oylarını attılar. Yani MHP, MP (Aykut Edibali’nin partisi), MSP’den teşkil edilen “Kutsal İtifak”ı desteklediler.
Başlangıçta, Turgut Özal’ın yanında yer alan demokratlar bazı zaruretlerden dolayı böyle davrandılar. Çünkü neticede bürokrasideydiler. Onunla birlikte olarak hem bürokrasiyi muhafaza etmeyi, hem de daha üst makamlara gelebilmeyi hedeflemişlerdi. Demokrat taban kendisini temsil edecek bir parti bulamadığından (BTP kapatılmış, DYP seçimlere sokulmamıştı.) ANAP’a rey verdiler. Bu durum, 1991’e kadar devam etti. Yani ANAP, AP’nin mirasını kullanmaya devam etti. Demirel, ancak 1991’de seçime girebildi.
FOTOĞRAF: YENİ ASYA-ARŞİV